sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolar
Kur'an Dinle
Sesli Makale

ŞEHİD SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA BAKARA SURESİ 152. AYET

ŞEHİD SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA BAKARA SURESİ 152. AYET
31.08.2018
0
A+
A-

 

“O halde beni hatırlayın ki, ben de sizi hatırlayayım. Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin.”

Aman Allah’ım, müşfik ve yüce Rabbimizin sunduğu ne büyük bir bağış bu! Düşünelim ki, yüce Allah bu kulları hatırlamasını, onların küçücük dünyalarında kendisini anmasına denk sayıyor. Kullar, Rabblerini anarken O’nu bu küçük yeryüzünde anıyorlar. Onların kendileri ise üzerinde yaşadıkları bu küçük yeryüzünden çok daha küçücük! Oysa Allah onları anarken şu kocaman evrende anıyor. Üstelik O, yüce ve büyük olan Allah’tır. Ne büyük bir bağış, ne büyük bir lütuf, ne engin bir cömertlik ve özveri!

Kur'an Dinle

Beni hatırlayın ki, bende sizi hatırlayayım.”

Bu öyle büyük bir bağış ki, onu sadece yüce Allah sunabilir. O Allah ki, O’nun hazinelerinin ne bekçisi ve ne de bağışlarının muhasebecisi vardır. Bu bağış, sebepsiz ve gerekçesiz olarak sırf kendi zâtından kaynaklanıyor. Bu bağışın tek sebebi, biricik gerekçesi, O’nun bu şekilde bağışlayıcı ve bol bol ihsan sahibi olmasıdır.

Nitekim Müslim’de geçen Kutsî bir hadise göre yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Kim beni içinden anarsa, ben de onu içimden anarım. Kim beni bir topluluk içinde zikrederse, ben de onu ondan daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim.”

Sesli Makale

Yine Müslim’de yeralan bir başka Kutsî hadise göre de Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:

“Yüce Allah diyor ki: `Ey Ademoğlu, eğer sen beni içinden anarsan, ben de seni içimden anarım. Eğer sen beni bir topluluk içinde anarsan ben de seni bir melek topluluğu -ya da ondan daha hayırlı bir topluluk- içinde anarım.

Eğer sen hana bir karış yaklaşırsan ben de sana bir dirsek boyu yaklaşırım. Eğer sen bana bir dirsek boyu yaklaşırsan ben de sana bir arşın yaklaşırım. Eğer sen bana yürüyerek gelirsen ben sana koşarak gelirim.”

Bu bağış, hiçbir sözün anlatamayacağı ve kalbin secdeye varmasından başka hiçbir şekilde şükrünün ifade edilemeyeceği bir bağıştır.

Öteyandan, Allah’ı zikretmek (anmak) sadece O’nun adını dile getirmek değildir. Allah’ı zikretmek; dilin zikri ile birlikte kalbin ya da tüm bedenin reaksiyona girmesidir. Allah’ı zikretmek; O’nun varlığının bilincine varmak ve bu bilincin etkisi ile asgarî derecede O’na ortak koşmaksızın kulluk etmek, azami derecede ise O’nu görmektir. Yüce Allah’ın vuslat bağışladığı, buluşma hazzı tattırdığı kimse için bunun dışında kalan her şey anlamsızdır ve boştur. Okuyoruz:

“Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin.”

Yüce Allah’a şükretmenin bir çok dereceleri vardır. Bu eylem, Allah’ın bağışlarını itiraf ve O’na karşı gelmekten utanmakla başlar ve insanın varlığını sırf O’na şükretmeye adaması, bedenin her hareketinde, dilin her dönüşünde, kalbin her çarpışında ve duyguların her titreşiminde O’na şükretmenin amaç edinilmesi ile son noktasına varılır, doruğuna ulaşılır.

Bu ayette dile gelen nankörlük yasağı, bir yandan zikir ve şükür alanındaki umursamazlığın götüreceği kötü sonuca dikkat çekerken diğer yandan sözü edilen bataklığa götürücü yolun ısrarla izlenmesi halinde -Allah korusun- ulaşılabilecek en uç nokta (yani bildiğimiz kâfirlik sınırı) hakkında müslümanları uyarmaktadır.

Bu uyarılar ve direktifler ile kıble konusu arasındaki ilişki açıktır. Çünkü kıble, karşısında yüce Allah’a ibadet etmek. O’na bağlılığın farklılığını ve kendine özgülüğünü kanıtlamak amacı ile kalplerin buluştuğu bir yeryüzü noktasıdır.

Bu uyarıcılar ve direktifler ile yahudî komplolarına kapılmama ve tuzaklarına düşmeme telkinleri arasındaki ilişki de son derece açıktır. Çünkü daha önce vurgulandığı gibi onların bütün yıkıcı çabalarının nihaî amacı, müminleri tekrar kâfirliğe döndürmek, onları yüce Allah’ın karşılıksız bağışı olan bu nimetten, yani yüce Allah’ın herhangi bir ferde ya da topluma sunduğu nimetlerin en büyüğünü oluşturan iman nimetinden yoksun bırakmaktır.

Bu nimet özellikle Araplar için daha hayatidir. Çünkü Arapları yepyeni bir varoluşa kavuşturan, onların tarihte rol oynamalarını sağlayan, isimleri ile tüm insanlığa yönelik liderlik fonksiyonunu yanyana getiren biricik faktör bu iman nimetidir. Eğer İslâm olmasaydı Araplar bir hiçti, hiç olmaya devam edeceklerdi ve her zaman hiç kalacaklar, hiçbir zaman varlık kazanamayacaklardı. Çünkü, İslâm kaynaklı düşünceden başka dünya üzerinde rol oynamalarını sağlayacak bir düşünce birikimleri yoktu. Oysa sosyal hayatı yönlendirip geliştirecek bir düşünce birikimi olmayan bir millete insanlığın boyun eğmesi düşünülemez. İslâm düşüncesi ise eksiksiz bir yaşama programıdır, yoksa müslümanlarca okunan bu büyük ve saygın kelimeleri onaylayıcı hiçbir yapıcı davranış ve pratik başarı birikimi olmayan sadece dillerde gevelenen bir kelime yığını değildir.

Müslüman ümmetin, yüce Allah’ın kendisini hatırlaması, onu unutmaması için bu gerçeği hatırında tutması, aklından hiç çıkarmaması gerekir. Yüce Allah kimi unutursa, o belirsizlik sislerinin tutsağıdır, hiçtir, adı ne yeryüzünde ve ne de yüce ruhlar aleminde anılır. Kim Allah’ı anarsa Allah da kendisini anar, şu uçsuz-bucaksız evrende onun varlığını ve adını yüceltir.

Müslümanlar, bir zamanlar, Allah’ı andıkları, O’nu zikrettikleri için Allah da onları andı, adlarını yüceltti, kendilerine başarılı bir insanlık önderliği nasip etti. Sonra onlar Allah’ı unutunca Allah da onları unuttu. Bunun üzerine başıboş bir hiç, herkes tarafından hor görülen sünepe bir kuyruk oldular.

Oysa kurtuluş yolu her zaman açık ve gidişe elverişlidir. Çünkü yüce Allah onlara şu çağrıyı yöneltiyor:

“Beni hatırlayın ki, ben de sizi hatırlayayım.”

Kıblenin belirlenişinden ve böylece müslüman ümmete, başkalarınkinden ayrı olan bir düşünce sistemi ile uyumlu, kendine özgü, bağımsız bir kişilik kazandırıldıktan hemen sonra bu bağımsız kişilikli, özgün yapılı ve tüm insanlığa örnek oluşturan bu orta yol takipçisi ümmete yöneltilen ilk direktif, sabrederek ve namaz kılarak bu son derece önemli rolünün yükümlülüklerine katlanmasıdır; bu önemli rolünün gerektirdiği fedakârlıklarda bulunmaya hazır olmasıdır. Bu fedakârlıklar şehit verme; can, mal ve ürün kayıplarına uğrama; korku ve açlık musibetleri ile karşılaşma gibi çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilirler. Bu direktifin devamı olarak bu ümmetten yüce Allah’ın nizamını vicdanlara yerleştirmek ve yeryüzünde insanlar arasında egemen kılmak amacı ile girişeceği cihadın ürkütücü zorluklarına dayanması, kalplerini yüce Allah’a bağlaması, varlığını tümü ile O’na adaması ve her işin akıbetini O’na havale etmesi istenmektedir. Bütün bu fedakârlıklar yüce Allah’ın rızası, rahmeti ve hidayeti karşılığında yapılacaktır. Bu da bu karşılığın değerini kavrayabilecek yetenekte olan mümin kalp için başlı başına çok büyük bir mükâfattır.

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.