CENNETİ İSTEYEN NEFSİNİ ISLAH EDER
BİSMİLLHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd Alemlerin Rabbi, Rahman, Rahim, Din Gününün Sahibi, Bizden Öncekilerin ve Sonrakilerin Yegane İlahı, Kulluk Yapılmaya Layık Olan Tek Mabud Allah Subhanehu ve Teala’ya Mahsustur. O’nun (Subhanehu ve Teala) Kendisini bize bildirdiği şekilde bilir, Öyle Tevhid Eder, Herhangi Bir Ortağının Olmadığını Bilip Öyle İman Ederiz. Kulluğu, İbadeti, Yardımı Yalnız O’na (Subhanehu ve Teala) Has Kılar, Nefislerimizin Şerrinden Amellerimizin Fenalığından O’na (Subhanehu ve Teala) Sığınırız.
Salat ve Selam Alemlere Rahmet, İnsanlığa Hidayet Olarak Gönderilen Vahiyin Elçisi, Nübüvvet Kandilinin Son Işığı, İslam Ümmetinin Lideri, Mücahidlerin Kumandanı, Başkomutan Rasullullah (sav)’e, Kıymetli Ev Halkına, Güzide Ashabına, Onları Takip Eden Tabiilerine, Ardından Geçmişte Yaşamış, Bugün Yaşayan Kıyamete Kadar Yaşayacak Olan Tüm Mü’Min ve Mü’mine’lerin üzerine olsun İnşaAllah.
Allah Subhanehu ve Teala tüm insanlığa uyarıcı olarak Kur’an-ı Kerim’i vahyetmiştir. Bununla insanların doğruyu yanlıştan, Hakkı batıldan ayırmalarını böylelikle Cehennemden sakınıp Cennete ulaşmalarını murad etmişti.
Furkan 1: “Alemlere uyarıcı-korkutucu olması İçin Furkan’ı kullarına indirenin şanı ne yücedir.”
Allah Subhanehu ve Teala indirdiği bu kitabı insanların anlayabilmesi üzerinde akıl yürütüp doğruya ulaşabilmeleri için kolaylaştırmış, anlaşılır kılmıştır. Kur’an’ın evrensel olduğunun delili zamanlara çağlara ve mekanlara herhangi bir sınırlaması olmadan tüm insanların anlayabilecek olmasıdır.
Enfal 21: “And olsun biz Kur’an’ı öğüt alınabilmesi (zikir)için kolaylaştırdık. Yok mu öğüt alan?”
Bu sebebinde ortadan kalkmasıyla artık insanların Allah SUbhanehu ve Teala indinde hesap görülürken kendilerinin dışında öne atabilecekleri bir bahaneleri kalmamıştır. Yani onların hidayete erişmeleri için Peygamberle göndermiş, onlarla birlikte dini açıklayıcı Kitabı vahyetmiş bununla da kalmayıp o kitabı anlaşılır, istifade edilebilir bir düzeyde kılmıştır. Sebepler ortadan kaldırılarak aslında yeryüzüne yalnız Rabbine kulluk için gönderilen insanı en güzel şekilde bu görevini yerine getirmesi için imkan sağlamış. Kulluğunu engelleyebileceği her türlü dış etkeni geçersiz kılmıştır. Bunca sunulan imkandan sonra insanların Rablerine olan kulluk görevinden yüz çeviriyor olması yalnızca kendi nefsi kaynaklı olacaktır. Zaten insanlar arasında çokça kullandığımız nefs kelimesi genelde yapılan hatalara karşılık olarak savunma amaçlı söylenen bir müdafaa şeklidir. Yanlış bir şey yapılıp insanlar tarafından teşhir edilince ya da rezil olma dürtüsü gelip dışa bağlı bir etken bulunamayınca söylediğimiz söz şudur: “Nefsime uydum hata ettim.” Peki düşündüğümüzde nefsi yönlendiren Onu Hakka ya da batıla sevk eden, tercihi elinde bulunduran kimdir? Elbette ki insanın kendi iradesidir. Aslına bakarsak ne kadar nefsime uydum hata ettim dese de iradesiyle tercihen ona yönlenen insanın ihtiyarı olarak yaptıklarıdır fiilleri. Yüzyıllarca insanlar Nefs kavramına bir açıklama yapmaya çalışmışlardır. Her meslek ve işle uğraşanlar bunun ne demek olduğunu neden söylendiğini anlamaya çalışmış fakat tanımlar eksik kalmıştır.
İnsanoğlu, kendini tanımaya çalıştığı günden beri kendisinin yalnızca bedenden ibaret olmadığını sezmeye başlamış ve insanı oluşturan diğer yönleri araştırmaya koyulmuştur. Bu nedenle Nefs kavramı, insanlık tarihinin başlangıcından bu yana üzerinde düşünülen ve çeşitli fikirler ileri sürülen temel konulardan biridir.
Sözlükte, bir şeyin nefsi demek, o şeyin “varlığı” ve “kendisi” demektir. Eski Arap şiirinde Nefs, dönüşlü zamir olarak kullanılır ve “kendisi”ne ya da “şahıs”a delâlet ederdi. lşrâkî Filozoflar’ca Nefs, “kendi fiili olmaksızın zâtı itibariyle maddeden ayrılmış cevher” anlamında kutlanılır. Bu Filozoflar’a göre Nefs, soyut olmayan maddi bir güçtür. Yani Nefs, maddi olmayan bir cevher olmakla birlikte, yine de maddede ayrı bir ilke olarak bulunur.
Nefs’in hakikati nedir? Acaba o, bedenin bir parçası mıdır; yoksa arazlarından bir arızi midir? Yoksa bedenin bir yerine konulmuş sakin bir cisim midir; veya soyut bir cevher midir? Nefs ruh mudur; yoksa daha başka birşey midir? Felsefeciler, Kelâmcılar ve Tasavvufçular, kendi düşünce sistemleri çerçevesinde Nefs’e ilişkin görüşlerini sunmuşlardır. Ancak herşey de olduğu gibi kelimelere ve maddeye en doğru ve isabetli tanımı sonsuz ilmi ile Allah Subhanehu ve Teala Ku’ran-ı Kerim de yapmıştır.
Kur’an-ı Kerim’de Nefs kelimesinin, değişik şekilleriyle birlikte 300’e yakın yerde geçtiği görülmektedir. Bunların her birisinde elbette ki Allah Subhanehu ve Teala’nın murad etmiş olduğu hikmetler vardır, fakat bunlardan anlayabildiğimiz kadarıyla bir kısmını Allah Subhanehu ve Teala kendi Zatı için, bir kısmını kendisinden başka edinilen ilahlar için, bir kısmını kalp, bir kısmını beden için kullanırken bir kısmını insan şehvetini kast etmek için zikretmektedir. Müfessir Alimleri bunlardan çoğunun insanın şehveti için olduğunu söylemiştir.
İmam-ı Gazali(ra) işte bu kullanılış biçimler arasında helak edici olanın şehvet olduğunu bildirerek İhya-ı Ulumiddin adlı eserinde şöyle bir açıklama yapmaktadır:
“Ademoğlu için helâk edicilerin en büyüğü nefsinin şehvetidir.”
Hatta ilk insan nesli Âdem(as) ve zevcesi Havva Dâr’u1-Karar’dan (Cennet’ten) şehvetten ötürü dünyaya atıldılar. Çünkü onların ikisi ağaçtan yememekle emrolunmuşlardı. Fakat şehvetleri galebe çaldı ve o ağaçtan yediler. Çirkin yerleri kendilerine göründü. Hakîkat noktasından bakıldığında, nefs şehvetlerin pınarı, hastalık ve âfetlerin kaynağıdır. Hatta meselenin daha öncesindeki Şeytan (Aleyhila’ne) yine aynı sebepten huzurdan kovulmuş ve ebedi düşmanlığı başlamıştır. Allah Subhanehu ve Teala Ona(Aleyhila’ne) secde et dediğinde O bunu kendisine yediremedi. Şehevi arzuları ağır bastı secdenin kendisine edilmesinin daha hayırlı olacağına dair hükmün yanında akıl yürüttü ve sonuç
Araf 13-15: “(Allah:) “Öyleyse ordan in, orda büyüklenmen senin (hakkın) olmaz. Hemen çık. Gerçekten sen, küçük düşenlerdensin.” O da: “(İnsanların) dirilecekleri güne kadar beni gözle(yip ertele.)” dedi. (Allah:) “Sen gözlenip-ertelenenlerdensin” dedi.“
Allah Subhanehu ve Teala’da o ve onun gibi olanları cehenneme göndereceğini bildirmiştir.
Saffat 71-75: “Andolsun, senden ve içlerinde sana tabi olacak olanlardan tümüyle cehennemi dolduracağım.”
Allah Subhanehu ve Teala insanın yine hidayeti tercih ederse nefsi için tercih edeceğini zulm ederse yine kendi nefsi için zulmedeceğini bildirmiş her nefsin kazandığının kendi fayda ya da zararına olduğuna dair uyarıda bulunmuştur.
Yunus 108: “De ki: “Ey insanlar, şüphesiz size Rabbinizden hak gelmiştir. Kim hidayet bulursa, o ancak kendi nefsi için hidayet bulmuştur. Kim saparsa, o da, kendi aleyhine sapmıştır. Ben sizin üzerinizde bir vekil değilim.”
Tabi ki bu hidayet ve Şeytan (Aleyhila’ne ) gibi azgınlaşmanın bir karşılığı olacaktır. Dünya hayatında bir insanın nasıl ki karşılığını görmeden bir şey yapma gibi bir ihtimali yoksa teşbihen Adalet Sahibi olan Allah Subhanehu ve Teala mı onu yaptıklarının karşılığı olarak hesaba çekip ecrini ya azabını isabet ettirmeyecek. Bu biz insanlar için dahi zulm iken Eksiklikten Münezzeh olan Allah Subhanehu ve Teala içinse asla düşünülemeyecek bir fiildir. Zaten O (cc) dünyaya gönderirken malzeretleri ortadan kaldırmıştı, insanın gönderileceği dünya mekanında başıboş bırakılmayacağını amellerinin karşılığını göreceği konusunda uyarılarda bulunmuştu.
Bu meselenin farklı bir boyutuda insanın nefsini ilahlaştırası olacaktır. Terbiye edilmeyen nefis rablığını idaa edecek insanı terbiye etmeye kalkacaktır. Halbuki yine İnsn Allah Subhanehu ve Teala Tek Rab kabul edip, yalnız Onun (Subhanehu ve Teala) sınırlarında olacağını, O’nunla(Subhanehu ve Teala) terbiye olacağına dair ahdetmişti. Peki ya sonra ne oldu?
Furkan 43: “ Ey Muhammed! Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü?”
Sözünden caydı. Yaptığı şeyin nasıl fenalık olduğunu göstermeye bu sözler yetecektir. Görmedin diyerek Allah Subhanehu ve Teala bu tip insanların durumu ile ilgili olarak kuluna -peygamberimize son derece yumuşak bir uslupla sevgiyle ve şefkatle hitap ediyor: “Görüyor musun?” Hiçbir mantığa uymayan, hiç bir kanıta dayanmayan ve gerçeğe değer vermeyen bu ibret verici ve ifade etme bakımından çarpıcı bir tabloda canlandırılıyor. Tüm insanlığa yaptığı fiilin fenalığını bildiriyor. Tıpkı bir annenin evladına olan merhametin karşısında onun yaptığı yanlış işe sinirlenmesi ve öfkelenmesi gibi.
Nefs kesinlikle öldürülüp tamamen yok edilemez. Ancak dizginlenip kontrol edilerek denetim altına alınabilir. Zira Nefs’in cevheri, özü ve esas mayası hiçbir zaman yok olmaz. Yani Nefs, kötü huy ve karakterden kurtarılarak ruhun emrine ve yönetimine verilebilir.
Hakk’a ulaşmak ancak Nefs’e karşı verilen bu mücadele sonucunda gerçekleşebilir. Bu mücadele sırasında, Nefs’in öldürülemeyip sadece kötü huylarının düzeltilebileceği hususu hiçbir zaman gözardı edilmemelidir.
İbn Kayyim, Nefs’in kötü huylarının nasıl düzeltilebileceğini İbn Teymiyye’ye sormuş ve şu cevabı almıştır:
“Nefs, lağım çukuruna benzer:
Ne kadar kazarsan kaz, dibi görünmez ve temizlenmez. Fakat bu kuyunun ağzına bir kapak yapıp örtebilirsen, bunu yap ve eşelemekten vazgeç! Sen aslâ bu kuyunun dibine ulaşamazsın; eşeledikçe dibinden yeni şeyler çıkar.” (İbn Kayyim, Medâricü’s-Sâlikîn, c. II, s. 261.)
Yine İbn Kayyim, Nefs’in kötü huylarının nasıl giderilebileceğini ilim ehlinden birine sorar ve şu cevabı alır:
“Nefs’in afetleri, yolcunun yolundaki akreplerin ve yılanların belâlarına benzer. Eğer yolcu bunları öldürerek yolu bunlardan temizlemeye koyulursa, yola devam edemez ve yol alması mümkün olamaz. Fakat senin himmetin; yoluna gitmek, onlara yönelmemek ve onlardan yüz-çevirmek olsun. Yolda ilerlemene bir engel çıkınca, onu öldür ve sonra yoluna devam et!”
Nefs’e karşı verilen mücadele ve savaş, cihad olarak, hatta cihadların en büyüğü ve en önemlisi olarak değerlendirilmiştir.
Abdullah b. Ömer, cihad ve savaş konusunda sorulan bir soruyu:
“Önce nefsinden başla ve önce onunla cihad et, yine ilk önce nefsinle savaş!…” şeklinde cevaplamıştır.” (İbn Ebi’d-Dünya, Muhâsebetü’n-Nefs, s. 70)
Nefs ile girilen cihada, önce onu terbiye ederek başlanılmalıdır. Ancak bu savaş, sanıldığı kadar pek de kolay değildir.
Bu konuda Hasan-ı Basrî şöyle diyor:
“Başıboş ata gem takmak, Nefs’in terbiyeyi kabul etmesinden çok daha kolaydır.”( Gazzâlî, îhyâ, c. III, s. 71.)
Süfyân es-Sevrî de:
“Nefsimden daha zor hiçbir şeyle mücadele etmedim. Bu mücadelemde bazen ben, bazen de nefsini üstün geldi” demiştir.
Tüm bu zorluğuna rağmen Hakk’a ermek için bu güçlüklere katlanarak Nefs’i terbiye yoluna gidilmelidir. Zira Yüce Allah’ın ruh ile göndermiş olduğu güzel özellikler insan vücudunun sağ tarafında, kötü huylar da sol tarafında yerleşmiş durumdadır. Ruh ile kalbin bileşiminden yaratılan Nefs-in gıdası ruhtan verilirse vücudun her yanı adaletle dolar ve insanın hükmü Hakk’tan yana olur. Eğer onun gıdası kalpte bulunan kötü huylardan verilirse vücudun her yanı zulümle dolar ve insanın hükmü hevâdan yana olur.
Nefsine karşı zafer elde etmek ve onu denetimi altına almak amacıyla onunla savaşa tutuşan kişi, nefsine karşı uyguladığı birtakım bedensel mücahede yöntemleriyle birlikte, aynı zamanda nefsinin tutum ve davranışlarını da göz önüne alarak onu sorguya çekmelidir. Bu işe “Muhasebe” adı verilmektedir.
Hz. Ömer (r.a.) der ki:
“Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekin! (Amelleriniz) ölçülüp tartılmadan önce onları ölçüp tartın! Ve hiçbir şeyin gizli kalmaksızın (amellerinizin) sunulacağı o (hesap) gün(ün)de Allâhü Teâlâ’ya sunmak üzere nefslerinizi süsleyin!” (] Ebu Tâlib Mekkî, Kütü’l-Kulûb, c. I, s. 76)
Nefs’i sorguya çekerken, içinde bulunulan durum kesinlikle beğenilmemeli, çok daha kötü durumlarla karşılaşılabileceği sürekli göz önünde bulundurulmalıdır. Nefs devamlı töhmet altında bulundurulmalıdır.
Nefs, “ateşten, cehennem azabından ve Allah’ın Cehennem’e girecekler için hazırladığı, azap türlerinden hiç korkmaz mısın?” diye sorgulanmalıdır
Ebu’l-Abbas Mevsılî nefsine şöyle seslendi:
“Ey Nefs! Ne dünyadaki zenginler ve hükümdarlar gibi nimetler içerisinde yüzmektesin, ne de âhiret için çokça ibadet edenler gibi mücahedede bulunursun. Bu gidişle senin yüzünden Cennet ile Cehennem arasında tutsak kalacağım. Ey Nefs! Sende hiç utanma yok mu? (Gazzâlî, İhyâ, c. III, s. 71.)
İbrahim Teymî anlatıyor:
“Nefsimin Cehennem’de olduğunu hayal ettim. Cehennem’in şiddetli susuzluğu ve alevleriyle boğuşuyor, zakkum ağacından yiyor ve (içilmeyecek derecede) çok soğuk suyundan içiyordum. Dedim ki:
” Ey nefsim! Şu anda canın ne istiyor?” Nefsim dedi ki:
“Dünyaya dön! Bu azaptan seni kurtaracak olan iyi işler yap!” Bir de nefsimin Cennet’te huri kızlarıyla beraber olduğunu hayâl ettim:
İnce, saf ipekten ve çok değerli atlas kumaştan elbiseler giymiştim. Dedim ki:
“Ey nefsim! Şu anda canın ne istiyor?” Nefsim dedi ki:
“Dünyaya dön! Bu sevaptan daha çok sevaplı işler yap!” (Sonra kendime gelip) dedim ki:
“Sen şu anda dünyadasın ve emniyettesin.”
Yani bu iyi işleri yapacak fırsatın var.İşte kişi nefsiyle böylesine hesaplaşmalı ve geleceğine ona göre yön vermelidir. Böylece Nefs’in kötü isteklerine kolay kolay uyulmaz. Bu, kişinin, vereceği karardan ve iradesinden önce durup düşünme ve onu terk etme fikri ağır basıncaya kadar herhangi bir işte aceleci davranmamaktır.
ELHAMDULİLLAHİ RABBİL ALEMİN