BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
ÖNSÖZ
Hamd, kendisinden başka ilah olmayan Allah’adır(cc). Salat ve selam son rasul,son peygamber Hz. Muhammed (sav)’ehli Beytine, Ashabına ve gayesi Allah (c.c.)‘nın rızası rehberi Kur’an önderi Hz. Muhammed(S.A.V.) olan tüm Müslümanların üzerine olsun.
İçerisinde bulunmuş olduğumuz çağda hepimizin malumu olan sorunlar mevcut. Genellikle gündem olan sorunlar toplumsal alanda kendisini gösteren şeylerdir. Müslümanların günümüzdeki durumu, insanların içinde bulunmuş olduğu hal, ülkelerinin mevcut durumu gibi sıkıntılar herkesin dilinde olan şikayetlerdir. Ama kimse kendi sorununu mesele haline getirmemekte ve buna aldırış etmemektedir. Eğer toplumsal alandaki sıkıntıları mesele haline getirmişseniz ve derdiniz “ONLAR” olmuşsa bu kitap size fayda vermeyecektir. Çünkü bu kitap “SİZDEN” bahsediyor. Sizdeki bir “ÜLKE” den. Oranın fethinden ve asıl sıkıntıların kaynağının ORASI olduğundan bahsediyor. İnsanın ilk ve değişmeyecek derdi ORASI dediğimiz ÜLKE dediğimiz KALBİdir. Çünkü burası değişmeden inkılap gerçekleşmeyecek ve istenen elde edilmeyecektir. İlk buradan başlanmalı ve hep burası kontrol edilmelidir. Zira Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmaktadır; “Ey kalpleri halden hale evirip çeviren Allah’ım, benim kalbimi de dinin üzere sabit kıl.”[1]
Şimdi arkanıza yaslanın bir geziye çıkacağız. Bir ülkeyi ziyaret edecek orayı tanıyacağız. Eminim orayı çok seveceksiniz. O ülkenin içi sizi hayretler içeresinde bırakacak. Mevsimiyle, iklimiyle sakinleriyle çok sıcak bir bağ kuracaksınız. İyi bir gözlem yapmaya çalışın çünkü hiçbir detayı kaçırmamalısınız. Her manzarasıyla bir ibret veren bu ülke sizi kendisine hayran bırakacak. Ölmeden önce görülmesi gereken yerlerde bugün; “YÜREK ÜLKESİ”
Bu yolculuğunuzda bizi rehber olarak tercih ettiğiniz için Allah (cc)’a hamd ediyor ve O’na minnettarlığımızı bildiriyoruz…
5 Muharrem 1441
4 Eylül 2019
İNSAN VE KÂİNAT
İlk bakışta bu iki varlık birbirinden çok farklı şeylermiş gibi gözükse de asılda aralarında büyük benzerlikler mevcuttur. Bu benzerliğin yanı sıra birbirleriyle olan ilişkileri de aralarında kopmaz bir bağın olduğunu gösterir. Birini tanımaya çalıştıkça elde edilen bilgilerin kıyaslanmasıyla diğeriyle olan dengeli bir uyum keşfedilecektir. Böylelikle insan kâinat içindeki yerini ve kendi içerisindeki kâinatın hikmetini fark edecektir. Netice olarak insan kendini tanıyacak ve kâinat içeresindeki görevini anlayacaktır. Bu fark ediş insanı Rabbini tanımaya ve neticesinde de O’na kulluğa götürecektir. Bu gibi sonuçlardan da anlaşılacağı üzere ne insan kâinata ne de kâinat insana yabancıdır. Aralarında bir aykırılığın tenakuzun olmadığını fark eden insan İlahi planlamadaki yerini içtenlikle merak edecektir. Gayet tabiidir ki bu merak bir araştırmaya ve istenileni ortaya koyma adına bir isteğe sebebiyet verecektir.(İrade)
Bu meraklı ve heyecanlı varlığı Kur’an’dan başka hiçbir kaynak tatmin edemeyecektir. Kur’an ona bu kritik soruların ve heyecanın karşılığını onun hevesini kırmadan, kafasını kurcalamadan, şüphelere mahal vermeden en doğru şekilde en tatmin edici cevaplarla verecektir. Ondan belli başlı kıyaslamalar ve tefekkürler isteyerek ondaki kıymetli bir nimeti(aklı) harekete geçirecek ve kendisindeki cevheri ortaya çıkararak doyumsuz bir senaryo çizecektir. Almış olduğu cevapların itminanıyla her sahnede kendisinden istenilen rolü sergileyecektir. Bu sonuca varmasında kendisine yardımcı olan kâinatın parolasını(işittik ve itaat ettik) çözmüş olup bu parolayla uyum içerisinde yaşamaya gayret edecektir. Bu kusursuz düzene hayranlıkla bakmaya devam eden insan çok fazla zaman geçmeden; Karşısında hayranlığını gizleyemediği şu koskoca evrenden daha üstün olduğunu (eşref-i mahlûk) ve bu muhteşem düzenin kendisinin hizmetine sunulduğunu öğrenecektir. Hayranlığı ve heyecanı bir kat daha artan insan artık görevi noktasında kesin sonuca yaklaşacaktır. Kuşkusuz bu şerefi bahşeden her şeyden üstün olan Yaratıcı’dır. Bu şerefi bahşetmekle kalmamış bu şereften yoksun olmasına ve şerefli konumdan aşağıya düşmesine razı olmamıştır.
لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ
ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ
“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik.”(Tin/4-5)
Bu iki ayet insanın ahsen-i takvim(en güzel suret) ile esfel-i safilin(aşağıların aşağısı) arasındaki ince biz çizgiye tabi tutulduğunu beyan etmektedir. Bu aradaki ince çizgi için çok şey söylenebilir fakat biz konumuz gereği insan ve kâinat arasındaki ilişkiyi temel alarak bu çizgiyi idraklere sunmaya çalışacağız.
Ahsen-i takvim üzere yaratılıp kendisine yüce bir değer ve görev verilen insan nasıl olur da bu değer ve görevden yoksun bir tutum sergileyerek aşağıların aşağısına iner?
Eşyanın (kainatın) kendisinin hizmetine verilmesiyle ve kendisine bir görev yüklenmesiyle şeref kazanan insan, bu sıralamanın yerini değiştirmesiyle mevcut konumundan kendisini aşağıya doğru yuvarlar. Bu sıralamanın yerini değiştirmek ise; kendisine hizmet için verilen eşyaya kul olmaya başlamasıdır. Bu kulluk eşyaya tutkuyla bağlanması sonucunda gerçekleşir. Kendi varlığını eşyaya feda etmesiyle bu eşrefiyyetine gölge düşürür itibarını zedeler. Böyle bir tavır sergileyen insan gayet tabiidir ki görevini unutacak hatta çok zaman geçmeden bu görevi inkâr edecektir.
İnsanın kendisini bu duruma getirmesi, öncelikle kendisine şeref bahşedene görev yükleyene ardından bizzat kendisine bir hakarettir. Paranın, malın, yeryüzünün teknolojinin hülasa maddenin efendisi olması gereken insan, bunların kölesi olarak haddini aşmış ve yeryüzündeki en büyük suça kalkışmıştır.
Her şeyin yerli yerinde tutulması, istenildiği şekilde icra edilmesi hikmete uygun hareket etmektir. Bu hikmet belli başlı sonuçları doğurarak bir hedef belirlemiş ve insanın dünyada vermesi gereken mücadeleyi ortaya koymuştur. İnsanın dünyada verdiği mücadelenin yanında bir de kendi dünyasında verdiği bir savaşı yani mücahedesi vardır. İnsana dünyada vereceği savaş için ilim gerekirken kendi dünyasında vereceği savaş için ise irfan(zekâ, tecrübe) gerekir. Etrafına bakarak bir denge kuramına şahit olan insanın bu ilim ve irfan arasındaki dengeyi sağlayıp icraata geçirmesi kendisine muttaki olma yani takva sahibi olma özelliğini kazandırır.
Sakınması ve yerine getirmesi gereken şeylerin olduğu gerçeğine varan insan bilmelidir ki; kâinattaki her şey bir hikmet çerçevesinde görevini yerine getirmektedir. Fakat kâinatın içerisinde barınan ihtiyaçlarını karşılayan bu insana, yaratılış gayesine aykırı hareket edebilme ve bu uyuma aykırı davranma gücü verilmiştir. Ki bu da ilahi bir hikmet gereğidir(imtihan). Bu da insana verilmiş olan iradeye işaret etmektedir. Bu irade de isyan edebilme kabiliyeti mevcuttur. İşte insan kendisine verilmiş olan bu isyan kabiliyetine aldanıp aşağıların aşağısına düşmüştür.
İnsana verilmiş olan isyan edebilme kabiliyeti onu aşağılama değildir. Zira bu isyan kabiliyetiyle aşağıların aşağısana düşse de insanın itaati; kendisinde var olan isyan edebilme kabiliyeti sebebince diğer varlıkların itaatinden üstün tutulmuştur. Çünkü bu şerefli mahlûk isyan etme gücü olduğu halde itaat etmiş ve kendisindeki eşrefiyetin sırrını bir nebze de olsa ispat etmiştir. Ki bu itaatin karşılığının Cennet olması bir diğer sırrı da keşfettirmiştir. İşte tam burada insanın kul olma imtiyazına sahip olmasının keyfiyeti karşımıza çıkmaktadır.
Fizyolojik olarak dahi insan vücudunun dengesiz beslenme neticesinde aldığı yaralar ve bedeni rahatsızlıklar bilinen bir konudur. İnsanın iç yetenek ve kabiliyetler ile donatılan bir varlık olduğunu düşünürsek buradaki dengesiz eğilim ve faaliyetlerin ruha vereceği zararı varın siz düşünün. Bedenin son raddede uğrayacağı en büyük zarar bedenin infilak edip ölmesidir ki bu dünyanın onun adına sonudur. Ancak ruhun uğrayacağı zararı tahmin etmek içten bile değil. Çünkü onun son durağı ahiretti. Ahiret sorumluluğu olmayan varlıklar için ölüm son olsa da insan için böyle değildir. Dış dünyamızda yaşadığımız ölüm, hastalık, enerji vs. gibi mukabilini iç âlemimizde de keşfedebilmeliyiz. Dış dünyaya alınan tedbirler iç âlem için alınmadıkça, dış dünyamızda yapmaya çalıştığımız ıslah çalışmalarını iç dünyamızda yapmadıkça fert ve toplum olarak saadet içerisinde yaşayan insanların varlığı mümkün olmayacaktır.Allah(c.c.) Kur’an-ı Kerim de şöyle buyuruyor;
لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ يَحْفَظُونَهُ مِنْ أَمْرِ اللَّهِ ۗ إِنَّ اللَّهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّىٰ يُغَيِّرُوا مَا بِأَنْفُسِهِمْ ۗ وَإِذَا أَرَادَ اللَّهُ بِقَوْمٍ سُوءًا فَلَا مَرَدَّ لَهُ ۚ وَمَا لَهُمْ مِنْ دُونِهِ مِنْ وَالٍ
’Bir topluluk kendinde olanı değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez.’ (Rad/11)
VAROLUŞ AMACI
İnsanı değerlendirmeye tabi tutan her görüş, insan için şu üç soruya cevap bulmak zorundadır; “Ben Kimim? Niçin Varım? Nereden Gelip Nereye Gidiyorum?”. Bu insanın temel soruları ve sorunlarıdır. Bu sorulara cevap bulamamış her görüş, geçerliliğini kaybetmeye yani yok olmaya mahkûmdur.
Sonuç olarak tüm görüşler insanın saadetini, mutluluğunu amaçladığını iddia eder. Geçmişte ve çağımızda bütün batıl dinlerin ve görüşlerin ortak iddiasıdır bu. Bu iddiada bulunurken insanı tanımak, onun temel sorularına doğru cevap bulmak gibi olmazsa olmaz kaideleri gözden kaçırırlar. Bu temel kaidelerin gözden kaçırılması ile mutluluğu sağlamaları imkânsızlaşır.
Bunun bugüne kadar mümkün olmadığını bugünden sonra da mümkün olmayacağı en basitinden insanlık tarihinin bize aktardığı tecrübeyle kesinlik kazanmıştır. Bu soru ve sorunlara doğru cevap veremeyen her görüş, fikir, din insanlığa saadeti değil felaketi getirmiştir. Bu felaketi körükleyen felsefik yaklaşımların menşei olan Putperest Yunanın ve ilah ve din hakkındaki saçmalıkların yaygınlaşmasında etkin rol oynayan muharref Hristiyanlığın bir araya gelmesinden doğan Batı Uygarlığı, insanlığın pırıl pırıl dünyasını felakete sürükleyen en son ve belki de en dehşetli oluşum olmuştur.
İslam evrensel saadetin adı olduğu gibi, Batıl Sistemler (Batı Uygarlığı, vs.) de evrensel felaketin adıdır. Bu batıl sistemler çağın gerektirdiği yöntemlerle insanlığın başına bela olurlar. Kimi dönemde emperyalizmi, kimi zamanda marxizmi, günümüzde de demokrasiyi insanların başına bela ederek, intiharlarına tüm insanlığı ortak ederler. Adına uygarlık, çağdaşlık özgürlük dedikleri bu aldatmacanın insanın mutluluğuna ilişkin iddiaları şarlatanlıktan öte bir değer ifade etmemektir.
Çağdaş sistemler, boyundurukları altında yaşayan insanların varlıkları ve sonlarıyla alakalı temel soruları sormasına fırsat tanımaz. Bunun için ellerindeki bütün imkânları seferber ederler. Teknolojinin geldiği son nokta ve getirdiği sonuçlar hangi amaca hizmet ettiği hususunda kesin bilgi vermektedir. Temas etmediği kimsenin kalmadığı teknoloji; çağdaş sistemlerin emellerine ulaşmasında maşa görevi görmektedir. Teknolojinin insanlara teması beraberinde büyük yıkımları getirmiştir. Sorgulama yeteneğini kaybeden insan bu duyarsızlığını teknolojiye borçludur.
Ekolojik dengeye verdiği zarar bir yana insanın maneviyatına verdiği büyük hasar iç dünyasını köreltmiş böylelikle insan için temel teşkil eden soruların sorulmasına mani olmuştur. İnsanın manevi açlığını teknoloji narkozuyla kapatan çağdaş sistemler; insanın tabiatını bozup fıtratından uzaklaştırmayı başarmışlardır. Çağdaş sistemleri böylesi mücadeleye sevk eden, insanların neden ve niçin sorularını sormalarından dolayı duydukları korkudur. Bu yüzden sorgulama özelliği olan insanı yönlendirme ve en önemlisi duygu ve düşüncelerini kontrol etmeleri için iletişim araçlarıyla ve eğitim yoluyla olağanca gayret sarf etmektedirler. Bu çarkı döndürmek için müziği, sporu, eğlenceyi hatta dinin bizzat kendisini uyutmak için kullanmaları bu denli gayretlerdendir.
Bütün bu mücadeleler insanın asıl kimliğini yani İslam’ı bulmamaları için tezgâhlanan oyunlardır. Tevhid’i temsil eden bir inanca karşı, batılı temsil eden sapık inançları çıkarmaktadırlar. Helak edilen toplumları özendirerek (Ad, Semud, Lut, vs) yaratılış gayesini hatırlatan peygamberlere karşı şüphe uyandırarak, onları yalanlayarak “batı modernizmi” enjekte edilmeye çalışılmaktadır.
Ben Kimim? Niçin Varım? Nereden Gelip Nereye Gidiyorum? Gibi temel sorular, aklın tek başına cevabını verebileceği sorular değildir. Çünkü bu sorular aklın çözebileceği âlemin dışında kalmaktadır. Bu gibi varlık sorularını ancak Vahiy çözebilir.
Nitekim Rasulullah (sav)’e vahiy gelmeden önce, inzivaya çekildiği hepimizce bilinmektedir. Bu inziva esnasında varlığını sorguladığını, derin düşüncelere daldığını sorularına cevap bulmaya çalıştığını ilk nazil edilen vahyin muhtevasından anlıyoruz. Onun yüklendiği sorumluluğu mükemmel bir şekilde yerine getirebilen bir davetçi olabilmesi için iç dünyasındaki zenginliğine ulaşması gerekiyordu. Bu yüzden Hira’da geçirdiği günler dışarıdan bir inziva gibi görünse de, bir keşif, seyahat ve en önemlisi büyük bir göreve hazırlıktı aslında.
O (sav) farkında olmadan yeryüzün en ağır işini üstlenmeden önce kalbini elverişli bir hale getiriyordu. O’na yalnızlık sevdirilerek bu inzivası sıklaşıyor ve adeta oradan çıkmak istemeyecek dereceye kadar ulaşıyordu. Rabb’i tarafından inzivaya yönlendirilen Peygamber (sav) sonradan fark edeceği büyük bir hazırlığın içindeydi. Dağların üzerine inmesiyle haşyetten paramparça olacağı(Haşr/21) ağır söze (Müzzemmil/5) muhatap olacak olan kalbin böylesi bir hazırlıktan geçmesi gerekiyordu.
Peygamber (sav), Hira’ da hikmete talip olmuş ve onu elde etmek için uçsuz bucaksız keşfe çıkmıştır. Araması, araştırması gerektiğini öğrenen Peygamber (sav) bu sorgulamalarıyla insanlara iç dünyasındaki zenginliğe nasıl kavuşacaklarını öğretmiş ve her insanın hayatında bir Hira Mağarası’nın olduğunu, olması gerektiğini ispat etmiştir. Bu sorulara cevap bulmaya çalışırken Rabbi’ nin kontrolünde olan Peygamber (sav)’e ilahi yardım yetişmişti(hidayet). Bu yardım bir başka sorgulamaları beraberinde getirerek neyi sorgulaması gerektiği öğretiliyordu.
O (sav), kendisini arıyordu, bu koskoca evren içeresindeki yerini. Kendini bulmak, kendini bilmek, kendini tanımak adına uzun keşiflere çıkıyordu. Bu keşifler başka arayışları başka soruları gündeme getiriyordu. Bu arayışlar en sonunda kendisini öyle bir noktaya getirdi ki bu artık ‘vahyin’ eşiğiydi. Sorduğu sorulara ancak vahiy cevap verebilirdi. İlahi irade tıkır tıkır işliyor insanın ilme(vahye), doğru bilgiye olan ihtiyacı muazzam bir şekilde gözler önüne seriliyordu. İnsanın gücünün aklının bittiği yerde Allah’ın kuluna yardımı ilişiyor ve insanlık için müthiş bir gelişme meydana geliyordu;
اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ
خَلَقَ الْإِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍ
اقْرَأْ وَرَبُّكَ الْأَكْرَمُ
الَّذِي عَلَّمَ بِالْقَلَمِ
عَلَّمَ الْإِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ
“Oku
Yaratan Rabbinin adıyla.
İnsanı alaktan yarattı O.
Oku, Rabbin en keremli olandır.
O, kalemle öğretti.
O, insana bilmediğini öğretti.”(Alak/1-5)
Evet, O insana bilmediğini öğretmişti, sorularına cevap vermiş ve onu engin bir tecrübeden geçirmişti. Böylelikle insan Ben Kimim? Sorusunun cevabını bulmuştu. Kendi kimliğini, neden varlık sahnesine çıkarıldığını öğrendi. Bundan da önce kendisini kimin yarattığını öğrendi. Sorularına nasıl cevap bulacağını, öğrenmenin yollarının ne olduğunu öğrendi(Okumak, kalemle öğrenmek). Dahası vahyin hakikatin tek öğreticisi olduğunu öğrendi. Kısaca insan, bilmediği, cevap bulamadığı sancısını çektiği şeylerin cevabının Allah’ta olduğunu, O’nun vahyinde olduğunu öğrendi. Kendisine ilahi yardımın geleceği garantisiyle yaşamayı öğrendi.
Aldığı bu cevaplarla varlık sancısı gitmiş yerine sorumluluk bilinci, kulluk vazifeleri gelmişti. Sorumluluğun ağırlığı ve hakikat aşkı gelmişti. Müminler en güzel örnekleri olan Allah Rasulu (sav)’nun bu engin tecrübesinden istifade edeceklerdi. O’nun davetini mesajını kavramanın anlamanın Onun takip ettiği süreçle mümkün olacağını fark etmeleri gerekecekti. Kur’an’a muhatap olan fertlerin vahiyden istifade edebilmeleri, vahyin ilk muhatabının vahiy gelmeden önceki elde ettiği yakine yaklaştıkları oranla mümkün olacaktır.
Vahyi ölçü almamış fikirlerin, görüşlerin, çağdaş sistemlerin varlıkla ilgili temel sorulara cevap verdiğine rastlanmaktadır. İnsan kimdir? Sorusuna bu kesimden bazılarının bu sorulara verdiği cevaplardan yola çıkarsak onlar hakkında söylediklerimizde ne kadar haklı olduğumuz anlaşılacaktır. Körün fili tarif etmesi gibi insanı tarif etmeye kalkışarak bahsi geçen felaketlerin fitilini ateşlemiş ve bocalayıp duran bir nesil ortaya çıkarmışlardır. Vahyi ölçü almadıkları her hallerinden belli olan bu sözde çağdaş ve aydın fikirlerin aslında abartıldıkları kadar bir zihin kabiliyetine ya da ilme ve irfana sahip olmadıkları anlaşılacaktır.
Bu sözde aydın fikir babalarından bazıları “insanı düşünen bir canlı”[2] olarak tanıtıp ne kadar sığ bir bakış açısıyla değerlendirdiği, insanı bir parça olarak görmesinden anlaşılmaktadır. Kimisi de “insan hisseden bir hayvandır”[3] diyerek daha kendi sorularına bile cevap veremediği gerçeğini gizleyememiştir. Bu da parçayı bütün sanıp gözünün içine kadar sokulan özelliklerini göremeyecek kadar körleşmiştir. İnsanın diğer boyutlarını bütün olarak göremeyen bu fikirlerin özgürlük adı altında savunduğu şey ahlaksızlıktan başka ne olabilirdi ki. Irkçılığın fikir babalığını yapanlar da bu tanımlamaya dahil olarak insanı “sosyal hayvandır”[4] diye tanıtmışlardır. Toplumu putlaştıran bu fikir babalarının aksine bireyciliği ve bireyselliği savunan fikir babaları da “insan isyan eden bir canlıdır”[5] diyerek işi içinden çıkılmaz bir hale sürüklemişlerdir. Bu tanımlamaların insana yaklaşımı farklı gibi gözükse de aslında ortak bir yanı vardır; o da intihara felakete meraklı olmaları. Bu hasta tipleri kâşifi oldukları fikirleriyle kendilerini çıkmaza sokmakla kalmamış kendisinden sonra gelecek olan nesilleri de büyük bir çukurun içine atmıştır. Nasıl bir çıkmazın içinde olduğunu “insan, alet kullanan hayvandır”[6] sözüyle haykıran çağdaş, aydın fikir babası evlere şenlik bir tanımlama yaparak, felaketin mimarları arasındaki yerini almıştır.
Bunun gibi onlarca örnek mevcuttur. İnsanların kendileriyle iftihar ettiği, yere göğe sığdıramadığı isimlerin, en temel sorulara dahi tutarlı ve dengeli bakamadıkları dolayısıyla saçmalayıp bocaladıkları net olarak görülmektedir. Her ne kadar insan hakkında söyledikleri sıfatlar insanda bulunsa da hakikati ortaya koyamadıklarından hakikatin bir parçasını fark etmeleri fayda sağlamamıştır. Zira, hakikat; parçalanmasıyla, hakikat olmaktan çıkar. İnsan düşünür, topluluk halinde yaşar, hisseder, yer, içer, alet kullanır. Bütün bunları insanın kendi dünyasından birkaç parçadır sadece. Bu gibi tezler insanı hiçbir zaman bir bütün olarak tanımlayamamaktadır. Onu adeta bölüp parçalamaktadır. Böylesine hastalıklı ve sakat bir düşüncenin hâkim olduğu sistemlerin insanlığa saadet sunacağı nasıl düşünülebilir ki?
Bu gibi tanımlamalar insanı aslından uzaklaştırmakta ve onun bir amaç üzere yaratıldığı gerçeğine yabancılaştırmaktadır. Allah insanı ahsen-i takvim(Tin/4) üzere yaratmış ve insan adına verilen tek doğru cevap olma özelliğinin yanında insana verilen değeri de beyan etmiştir. Onu, kendisine hakaret niteliği taşıyacak şekilde tanıtmayıp bu tanımlamayla keşfe çıkmasını irade etmiştir. Kendisinin böyle tanımlandığını gören insan birçok sorusuna cevap bulacak ve kendisinden istenenleri yerine getirebileceği özelliklerini fark edecektir. Nedir ahsen-i takvim? “Ona en iyi cisim ve diğer mahlûklardan daha iyi özellik verilmiştir. Ayrıca ona düşünce, anlayış, ilim ve akıl gibi yüksek kabiliyetler de bağışlanmıştır. Bunlar diğer mahlûkatta bulunmamaktadır.”[7] “En güzel yapıda, en güzel biçimde ve en güzel şekilde yaratılmanın insana özgü kılınması bu yaratığa daha fazla önem verildiğini göstermek içindir.”[8]
Ama ne yazık ki, insanı hayvana benzeten, onu aşağılayan, bu tanımlamayla onu değersizleştiren, eşyalaştıran düşüncelerden, sistemlerden medet umulmuştur. İnsanı insan yapan özellikler katledilmektedir. İşe yarar organları dumura uğratılarak, paslandırılarak; insan et yığını bir canlıya dönüştürülmek isteniyor. Yıllardır alın teri, zihin teri sömürülen insanın yüreklerine de el atmayı es geçmeyerek insandaki savunma mekanizması zayıflatılarak ticaret metaı haline getiriliyor. İnsandaki savunma mekanizması olan duygu ve düşünceleri bilinçaltına uygulanan operasyonlarla kendi amaçlarına hizmet ettiriliyor. İnsan, gerek ticarete gerekse de yönlendirmeye müsait duruma böyle getirilmektedir.
Batı modernizmi insanı insana kırdırma yöntemini insanı insanın kurdu olarak tanıtmakla gerçekleştirmektedir. Bunu yaparken de insana bunu süsleyerek servis edip cazip gelen ambalajlarla onlara sunmuştur. Alın teri, zihin teri, yürek teri sömürülen insan ne yazık ki kafasına, bileklerine ve yüreklerine vurulan şeffaf zincirlerin farkına varmıyor. Asıl özgürlüğe ulaşmasına müsaade edilmeyen insan yalancı özgürlüklere kanmakla ömrünü geçiriyor. Bu da insanların zincirleri kolye kafesleri de saray olarak görmesine sebep oluyor. İnsanı sömüren düzenler için bu tarz köleler tam istedikleri özelliğe sahiptir. Köleliğini özgürlük zanneden köle olduğu halde köle olduğunu kabul etmeyen. Eski çağlardaki köleler köle olduklarının ve sömürüldüklerinin farkındaydılar ve bu durum az da olsa efendiler için tehlike arz etmekteydi. Bu tehlikeyi onlar üzerindeki kurdukları baskı, zulüm işkence ile bastırabiliyorlardı. Bugünkü kölelere ise köle olduğunu kabullendirmek bir hayli zor. Hatta Kraldan çok kralcı olan bu insanlar yaptıkları kölelikle efendilerini bile şaşırtmaktadırlar.
Günümüzde bu köleleştirme politikasının karşısında ancak, yüreklerini, zihinlerini, bileklerini zincirlerden arındırmış olanlar durabilir. Vaat edilen geçici dünyalık metalara aldanmayıp ölümsüz değerlere kendisini adayan bu fertler, böylesi bir toplumun içinde özgür olduklarını savunabilirler. Köleleşmiş olan ve özgürlüklerini bu sömürü düzenlere satmış olan insanların kurtuluşu da bu özgür şahsiyetlerin sayesinde olacaktır biiznillah. İlahi planlamadaki yerini muhafaza eden bu özgür şahsiyetler bu kokuşmuş düzenlerin ortadan kalkmasına öncülük ederek içinde yaşamış olduğu toplumların uyanmasına sebep olarak onların asıl benliklerine dönmesini sağlayacaktır.
İnsanın varlıkla ilgili temel sorularına cevap veren İslam; gayet tabiidir ki ona huzuru ve saadeti sağlayacaktır. İslam sadece dünyada huzuru ve saadeti sağlayan tek din olduğu gibi bunu ebedi hayatta da huzur ve saadeti getirecek tek dindir.
İslam ve insan et ve tırnak, tohum ve toprak gibidir. Asıl hürriyetin adı olan İslam’ı insansız, insanı İslam’ sız bırakmakla başlar büyük felaket.
İslam, insanın evrenle tabiatla bir uyum içeresinde yaşamasıdır. İnsana insan olduğunu hatırlatan ona şeref ve izzet katan değerler bütünüdür. Sonradan çıkan bir din değil özde ve hakikatte var olan bir dindir. Beşerin eklediği, çıkardığı düzenlediği bir din değil, aksine insana ekleyen, ondan çıkaran ve onu düzenleyen bir dindir. Kirlenmiş fıtratları temizleyen, kir ve pas tutmuş zihinleri aslına kavuşturan dindir. İslam ve insan arasında değişmez bir kaide daha vardır ki insanın ona göstereceği teslimiyettir. İslam’ın aradığı insan insanın aradığına İslam’dır. Bu ikisi bir araya gelip buluştuğunda iman ortaya çıkar. İman ortaya çıkınca bir bilinç elde eden insan ona teslim olanların elde edeceği vasıfları bu dinin gerekliliklerine bağlı kaldıkça elde eder. İslam’ın bilincine varan insanda meydana gelen takva bilinci kendisini koruma ve muhafaza etme özelliğidir. Bu takvalı olma özelliği geniş kapsamlı olup ameli bağlamda değil akidevi bağlamdadır. İslam’dan ayrılmasına müsaade etmeyen bu bilince zarar verecek etkenlerden uzak durmasını sağlayan bir vasıftır.
İnsan başıboş bırakılmamıştır.(Kıyamet/36) İnsan seçer fakat müdahalede bulunamaz. İnsanı yaratan, muhakkak ki ona bir hayat programı belirlemiştir. Bazı Yunan Filozofları gibi Yaratıcı ’nın bir hayat programı belirlemediğine inanmak en azından ahmaklıktır. Allah yerleri, gökleri ve ikisi arasında bulunan şeyleri boşuna yaratmamıştır.(Duhan/38)
Acıkmayan, susamayan, darda kalmayan kısacası bunlardan münezzeh olan Allah’a karşı insanın yapabileceği bir iyilik de söz konusu değildir. Yaratıcı’ nın isteği bu tarz şeyler değildir.
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ
مَا أُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَا أُرِيدُ أَنْ يُطْعِمُونِ
“Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben, onlardan bir rızık istemiyorum ve onların beni doyurup-beslemelerini de istemiyorum.” (Zariyat/56-57)
İşte Yaratıcımız’ın bizden tam olarak istediği bu… Ubudiyet… Yani kulluk vazifeleri. İşte insanı insan yapan değer. Ona şeref katan izzet veren karanlıklar aydınlığa çıkaran yegâne vasıf. Ne yazık ki bu vasfı elde etmenin önünde büyük engeller mevcuttur. Bu engelin ‘Başlangıç Noktası’ bilinirse ve gereken tedbiri alırsa bu vasfı elde etmesi kaçınılmaz olacaktır. Şimdi bu ‘Başlangıç Noktasını’ irdeleyelim.
BAŞLANGIÇ NOKTASI
İslam’ın hayranı, İslam’ın seveni, İslamı beğenen birisi olmak ile İslam’a ittiba eden İslam’ın insanı olmak aynı şeyler değildir. Bu manada insanların çoğunluğu hayranlık ve slogandan öteye geçememektedir. İslam kendi eğitiminden geçmiş ve yetişmiş bir insana kendi insanım der. Başka düzenlerin, kültürel normların ve ahlaki ögelerin çerçevesinde yetişmiş bir ferdin kendisini İslam’a nispet etmesi çok uzak bir olaydır. Gerçekçi ve geçerli olması, yani inancını, şahsi davranışlarını, ahlakını ve diğer bütün alanlarıyla kendisini İslam’a nispet edebilmesi kendi düzeninde İslam’ın otoritesini oluşturmasıyla mümkün olabilir.
Düzen deyince ilk anda toplumun içindeki konum kastedilmiş değildir. Bilakis ferdi planda kişinin düzenini oluşturan prensipler, ilkeler ve kanunlar kastedilmiştir. Düzenin değiştirilmesi gerektiğine dair sayısız kelimeler kullanan bizler korkarız ki öncelikle değişmesi gerekenin kendi düzenimiz olduğundan habersiziz. Üstüne üstlük bu düzenin de baş mimarı bizler olmaktayız. Dolayısıyla İslam ile aramızdaki en büyük engel yine bizleriz.
Haydi, hep birlikte bütün batıl düzenleri yıkmaya çağırıyorum sizleri. Bu çağrı İslam’a girişin ilk şartı olan ve kendisinde La İlahe yani nefy edatı bulunan bütün düzenleri yıkacak bir balyozdur. Kelime-i Tevhid yani La İlahe(İlah yoktur) İllallah(Ancak Allah İlah’tır). İslam’ın tebliğ edilmeye başladığı cahiliye Mekke’sinden beter hale gelen kalp ve yüreklerimize La diyebilmeliyiz. Yıkılacak ilk düzenin kişinin ruhunda oluşturduğu eneler olduğunu unutmamalıyız. Ardından İllallah’ın gereği olan düzeni kalp ve kalıplarımıza hâkim kılmaya çağırıyorum. Kendi düzenimizi kurmaktan kastımızın yüreğimizi imar olduğunu anlamışızdır umarım.
Sahabe neslinin hayatları gözlemlendiğinde onlar önceleri şirk düzeninin insanıydı. Sonraları Allah Resulü’nün kendilerine yaptığı çağrıya tanık oldular; “Kulu La İlahe İllallah tuflihu” (Allahtan başka İlah yok deyiniz kurtulunuz). Onlarda “La İlahe İllallah” dediler ve kurtuldular. Aynı kelimeyi bizde defalarca belki de binlerce kez söyledik ama biz İslam’ın kendisinden sakındırdığı cahiliye ahlakı ve yaşantısından kurtulamadık peki neden diye sormalıyız, sormalıydık.
Bunun cevabına geçmeden önce şu gerçeği görmezden gelmemeliyiz; Ashabı Kiram Tevhid kelimesini Bir slogan, bir dua cümlesi, kurban merasiminde okunan bir söz olarak görmüyordu. Onlar bu kelimenin üzerine hayatlarını bina ettiler ve gerçekten de onlar hayat biçimi, yaşam şekli ve her şeyin uğruna feda edileceği bir inanç olarak görüyorlardı. Zaten böyle olursa bu kelimenin hâkim olduğu bir yürek ıslah olur ve Resulün çağrısındaki “kurtulunuz” kelimesi o yürek sahibi adına mümkün olabilir.
Tevhidin bireysel yansıması olan Kalp, kalıp ve kafa birlikteliğinin sağlanması gerekiyor. Yani muvahhid olmak gerekiyor. Öncelikle kendisini şüpheden, bölünmüşlükten, aykırılıktan kurtarması gerekir müminin. Kendi hayatında hakim kılamadığı tevhidi dil ile söylemenin bir anlamı yoktur. Çünkü tevhidin ilk hedefi insanın bizzat kendisi ve hayatın gerçekleştireceği inkılaplardır. Dolayısıyla uygulayacağı ilk alan toplum değil kişinin bizzat kendi alanıdır.
Her tülü ahlaksızlığın ve fuhşun yaygın olduğu, haramların meşrulaştığı, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü ve bununda maharet sayıldığı bir dönemde Allah Rasulu (sav) bu çağrıyı yapmıştı. Genelevi temsil eden kırmızı bayraklı çadırlardaki ahlaksızlığı değil zihinlerde ve kalplerde yer alan putları hedef almıştı Allah Rasulu (sav). Bilumum çağırdığı kelimenin hedefi buydu. Onları ahlaka çağırmadı eğer öyle olsaydı bir grup müşrik bu daveti kabul edebilirdi.
Ya da o dönem iç savaşlarla boğuşan ve anlaşmazlıklarla dolu olan bir çevrede ki bu dış ülkeler için kolay lokma olmalarını ve istilaya açık olmalarını sağlıyordu. Böylesi bir çevrede siyasal birlik ve sosyal statü vaad eden çağrı büyük yankı uyandırabilir ve bir o kadar da taraftar toplayabilirdi. Çünkü devlet putunun önünde bugünde olduğu gibi milliyetçiler ulusalcılar büyük destek verebilirdi. Vatan, bayrak, millet aşkına sevdasına davet etseydi daha kolay bir davet daha konforlu bir hayat olabilirdi. Ama öyle olmadı. Davet bu değildi, çağrı aynıydı; “La ilahe illallah, tuflihu”…
Buna benzer Mekke’nin diğer sosyo-politik durumundan istifade edip Mekke sokaklarında sloganlar eşliğinde geniş bir alana yayılabilirdi. Çünkü Mekke’nin mevcut durumu buna müsaitti. Köleler ayaklandırılabilir ya da efendiler pohpohlanabilirdi. Ama O (sav) sadece Tevhid’e çağırdı. Ya da Tevhid’e davet etmek için Mekke’nin bu durumunu maşa olarak kullanabilirdi, bir basamak olarak değerlendirebilirdi. Bugünkü çarpık anlayışın hâkim olduğu düşünce gibi ‘yavaş yavaş’ getirebilirdi İslam’ı ama O (sav) gene öyle yapmadı. Ki kendisine başkanlık dahi teklif edildi. Ama O (sav) ilahi metodu terk etmedi bu kelimenin dışına çıkmadı. Bu ilahi metod gereği önce nefislerdeki putlar kırılmalıydı ve bu ilerleyiş tavizsiz ve müşriklerden, müşrikleşmekten bağımsız bir şekilde olmalıydı, öyle de oldu.
Mekke’yi mevcut durumundan kurtarmak güzel bir şey olabilir, birliği sağlamak zulme dur demek, adaletsizliğin önüne geçmek ahlaksızlığı engellemek. Evet bunlar takdire şayan hamleler. Fakat hepsi hakikatin birer parçası tam olarak bütünü yansıtmıyor. Tevhid burada sayamadıklarımızla birlikte saydığımız güzellikleri tesis edecek bir bütünüdür. Haksızlığı, çirkinliği, adaletsizliği kökten halledecek bir çözüm, tek çözüm. Onlar bunu kavradıkları için kelime-i tevhidi ikrar ettiler.
Bu kelimenin kendilerinden bir kimlik tespiti istediğini ve bir davranış, tavır beklediğini hatta emrettiğini anladılar ve kabullenip yaşamlarına geçirdiler. Böylelikle de kurtulmuş oldular. Yoksa söylemekten ibaret olsaydı bu kelime hayatı değiştirmek manasına gelmeseydi, telaffuz eder, evlerine dağılır hayatlarına kaldıkları yerden devam ederlerdi. Ama öyle kolay değildi. Bunu Kur’an’da net bir şekilde görebiliyoruz;
أَحَسِبَ النَّاسُ أَنْ يُتْرَكُوا أَنْ يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ
“İnsanlar, “İnandık” demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler.”(Ankebut/2)
Onlar Tevhid’i bir akide olarak yüreklerinde, bir düşünce olarak akıllarında, bir eylem olarak bedenlerinde, bir hayat tarzı olarak yaşantılarında, bir dünya görüşü olarak toplumlarında hâkim kıldılar. Onlar yaptığı için değil Tevhid bunu emrettiği içindi tüm bunlar. Yoksa Tevhid bunlar yerine gelmediğinde fonksiyonunu kaybedecek kişiyi harekete geçirmeyecektir. Tevhidin tevhid olabilmesi fertlerin kendi hayatında her birimini yürürlüğe koymasıyla mümkündür. Cahiliyeyi, şirki kökten söküp atmak ondan iz bırakmamak. Bunu yapamayanlar kelime-i tevhidin güzelliğini intizamını; Ebu Cehil, Velid b. Muğire gibi aklıyla bilse de, Abdullah b. Ubeyy gibi diliyle söylese de, Umeyye b. Ebi’s Salt gibi aklıyla bilip, diliyle söyleyip, kalbiyle inandığını ihsas etse de, eğer kendini bu kelimenin kendisine çağrısına teslim etmemişse muvahhid olmamışlar ve bu güzellikten dışlanmışlardı…
İşte Saadet Çağı İslam’ın İnsanı olmayı; sözlerine, fiillerine, duygu ve düşüncelerine Kelime-i Tevhid’i nakış nakış işlemiş olmalarından dolayı başarmışlardı…
İslam’ın hayranlığından, kurbanlığından ziyade O’nun insanı olabilmek için, Allah’ın insanın üzerinde yarattığı ulvi düzeni bulmak şarttır.
الَّذِي خَلَقَكَ فَسَوَّاكَ فَعَدَلَكَ
فِي أَيِّ صُورَةٍ مَا شَاءَ رَكَّبَكَ
“O Rabbin ki, seni yarattı, sonra seni düzeltti de mutedil bir halde kıldı. Dilediği bir surette seni terkip etti.”(İnfitar/7-8)
EKSİK ANLAYIŞIN DOĞURDUĞU KURBANLAR
İçerisinde bulunduğumuz toplum İçi ve dışı arasında dengeyi kuramamış sayısı meçhul insanlarla doludur. Akide, düşünce ve hareket alanında birlikteliği saylayamamanın neticesi olarak ta, hakikatten bir yönünü kendisinde bulunduranlar, kendilerini tek doğru yolun tek müntesipleri zannetmektedir. Yani hakikati aramak ve bulup tabi olmak yerine kendi sahip olduklarını hakikatin kendisi zannetmek. Bu söz konusu durum çarpık anlayışın tabi bir sonucuydu. Tevhidi bölmek, bir kısmını benimserken kalan kısımlarını düşünce ve pratikte hayat sahnesinden uzaklaştırmak olsa olsa kişinin kendisini vahiyden izale etmesidir. Herhangi bir maddeyi elementlerine ayırmak o maddeden istifade edememeyi de beraberinde getirir. Yani Su= 2 Hidrojen 1 Oksijen. Bu bölmeyi yaparsanız artık sudan bekleyebileceğiniz menfaat sizin için söz konusu değildir. Serinlemek, gıda, söndürme, temizleme vs. gibi birçok faydası bulunan bu madde artık yakıcı, uçucu bir varlık haline dönüşmüştür. Dolayısıyla Tevhidi bölmek, parçalamak bundan çok daha vahim sonuçlara sebep olur. İnsan fıtratını en iyi bilen Allah Azze ve Celle fıtratın kendisi ile tatmin olacağı bir din ile bizleri mükellef kılmıştır ki bu da Tevhid dinidir. İşte tevhidi bölmek fıtri duyguların bir kısmının İslam’a bir kısmını dünya görüşlerine bir kısmının aileye bir kısmının önder kabul edilenlere bir kısmının ona buna ve neticede mikronlarına bölünmeye çalışılan ve çekişmelerle ömrü heba edilen bir fert ortaya çıkarmaktadır. Kendi iç savaşında çekişmelerle boğuşan, organları arasında vahdeti ve birlikteliği sağlayamayan kimselerin İslam üzere birlik ve beraberlikten bahsetmesi abes kaçmaktadır. Çünkü vahdetin oluşabilmesi fertlerin içlerine sindirmeleri gereken İslam düşüncesinin bir eseridir. Kalbi ve ruhu sayısız kavga ve didişmelere sahne olan duygu ve düşüncelerini İnancın kontrolüne verememiş ve bunlar arasında uzlaşmayı sağlayamamış bireylerin ilk hedefi sloganik olmaktan çıkıp tevhidi yüreklerine hâkim kılmaktır. İslami çalışma içerisinde ki fertler farklı düşüncelerin kurbanı olup çıkıyorlar. Yetişme ve eğitimdeki eksiklik sebebiyle birçok topluluk hakikat namına keşfettikleri bir parçayı hakikatin tamamı zehabına kapılabiliyor. Bu keşiflerin doğru olduğunu savunmak ve muhafaza etmek adına da diğer gerçekleri görmezden gelebilmektedirler. Her ne kadar art niyet taşımaksızın yapılmış olsa da kalplerin zedelendiği ve hakikatten uzaklaşıldığı gerçeğini değiştirmiyor. Hakkı ve gerçekleri kavramakla ondan herhangi bir parçayı keşfedip kavramak farklı şeylerdir. İşin en acı yönü ise keşfedilen gerçeği en yükseklere çıkarırken diğerini keşfedenleri yerin dibine geçiriyoruz ki asılda görmezden gelinen fert ya da topluluklar değil hakikatin ta kendisidir. Dolayısıyla çarpık anlayışın meydana getirdiği kurbanların varlığı ise kaçınılmaz oluyor. Bunlara ilişkin birkaç hatayı ortaya koyarak meseleleri anlamaya çalışalım. Ama unutmayalım ki buna dair örnekler pek çoktur. İslam’ın hakikatini kavradıkça, arızalar daha net gözlerimizin önüne serilecektir. Bu Kurbanlardan bazılarını; Kitap kurbanları, tesbih kurbanları, slogan kurbanları vs. biraz inceleyelim.
KİTAP KURBANLARI
ذَٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ ۛ فِيهِ ۛ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ
“Doğru olduğu kuşkusuz olan bu kitap, takva sahipleri için hidayet kaynağıdır.”(Bakara/2)
إِنَّ هَٰذَا الْقُرْآنَ يَهْدِي لِلَّتِي هِيَ أَقْوَمُ وَيُبَشِّرُ الْمُؤْمِنِينَ الَّذِينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ أَجْرًا كَبِيرًا
“Hiç kuşkusuz bu Kur’an insanları en doğru yola iletir ve iyi ameller işleyen mü’minlere, kendilerini büyük bir ödülün beklediği müjdesini verir.”(İsra/9)
Kur’an’ın doğruya ileten bir kitap olmasında şüphe yoktur. Fakat bu doğruya iletme bir şarta bağlanmıştır. O şart ise muttaki olma gerekliliğidir. Kur’an kendisine teslim olanı doğru yola iletecektir. Yoksa kendisine teslim olmayanlar doğruya iletilme nimetinden faydalanamayacaklardır. Bunun yanı sıra daha da çok sapmalar gerçekleşecektir.
Onu okuyor olmak ya da raflarda ona bir yer ayırmış olmak teslim olmuşluğun ifadesi değildir. Ezberinde olması da bir teslimiyet ifadesi değildir. Onu ancak Allah’tan sakınanlar, ulûhiyet, ubudiyet, rububiyet şuuruna ermiş olanlar rehber edinebilir. Aksi takdir de müminler için şifa, kılavuz olan Kur’an, zalimlerin ise hüsranını artırır.
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ ۙ وَلَا يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إِلَّا خَسَارًا
“Kur’an’da mü’minler için şifa ve rahmet olan ayetler indiriyoruz. Fakat bu ayetler zalimlere sadece yeni yıkımlar, yeni kayıplar getirirler.”(İsra/82)
“Yani, “Kur’an’ı rehber edinen ve hüküm kitabı olarak kabul eden kimseler Allah’ın rahmetine mazhar olurlar ve her tür zihnî, psikolojik, ahlâkî ve kültürel hastalıklardan şifa bulurlar. Diğer taraftan Kur’an’ı reddeden ve onun hidayetine sırtını dönen günahkâr kimseler, gerçekte, kendilerine adaletsizce davranmaktadırlar. Bu nedenle Kur’an, onların kendisinin indirilmesinden veya bilgisinin onlara ulaşmasından önceki kötü durumda kalmalarına izin vermez, onları öncekinden daha büyük bir kayba sokar. Çünkü Kur’an indirilmeden veya onlara ulaşmadan önce onlar sadece cehaletten çekiyorlardı. Fakat Kur’an onlara gelip Hakla bâtılı birbirinden ayırdıktan sonra artık onların önceki cehalet konumlarında kalmalarını gerektiren hiçbir özürleri kalmamıştır. Bundan sonra eğer onlar Kur’an’ın hidayetini inkâr eder ve sapıklıkta ısrar ederlerse, bu onların cahil değil, Hakkın zıddı olan zulmün uygulayıcıları ve bâtılın kulları olduklarını gösterir. Çünkü o zaman onların durumu, önüne zehir ve iksir konulan, fakat zehiri seçen kimsenin durumu gibidir. Bu nedenle, bu durumda sapıklıklarından dolayı sadece kendileri sorumludurlar ve işledikleri tüm günahların cezasını çekeceklerdir. Tabii ki isyanın kaybı sonuç bakımından cehaletin kaybından daha büyük olacaktır. Hz. Peygamber (s.a.v.) bunu şu kısa ve anlamlı cümlede ifade etmiştir: “Kur’an ya sizin aleyhinize ya da lehinize bir delildir.””[9]
Kur’an’a yaklaşım yine onun istediği şekilde olmalıdır. Eğer Kur’an’a doğru yaklaşım olmazsa yeni fikirlerin ve oluşumların oluşması ve bu uğurda binlerce kurbanın meydana gelmesi kaçınılmazdır. İstediğini anlamak ve isteklerine fetva bulmak gayesiyle Kur’an’a yaklaşmak bir nevi Yahudileşme temayülüdür. Zira onlar Tevrat’ta işlerine gelmeyen yerleri tahrif ve tevillerle asıl manasından uzaklaştırıp bir kısmına inanıp bir kısmını inkar ediyorlardı. Bunu beyanla;
أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ ۚ…
“…Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?…”(Bakara/85) buyrulmuştur.
Kitabı tahrife kalkışmak onda meydana gelen bir (haşa) eksiklikten dolayı değil kişilerdeki eksikliklerden kaynaklanmaktadır. Anlayış eksikliği, okumakla yetinmek, telaffuz etmek, manasından yoksun değerlendirmeler yapmak gibi sebeplerle Kur’an’ın asıl gayesinden uzaklaşmışlardır. Dışarıdan Kur’an ile zahiri bir beraberlik söz konusu olsa da vahye karşı takınılması gereken tavır bu olmamalıdır.
Geçmişi kitaba boyun eğen bir medeniyetin kitapsız yaşayan çocukları olduk. Kuran hakikatin tek, yegâne, değişmeyen ve eskimeyen kaynağıdır. Kitabın en önemli vasfı Allahtan (cc) gelmiş olmasıdır. Dolayısıyla her meselenin doğrusu ve yanlışını açıkça ortaya koyar ve bunu uygulayan fert ve toplumlar üzerinde tamir ve tedavi gücü çok fazladır. İslam eylem dinidir, söylem dini değil. Bu tamir ve tedavi vahyin amellere yön vermesiyle gerçekleşir. Kitaba sahip olduğu halde cahiliyenin bataklığında yüzen bir kitleden bahsediliyorsa bu o insan topluluğunun kabukta takılıp kaldığının açık bir alametidir. Cehaletten sıyrılmakta yüzeyselden öze yani manaya inmekle mümkündür. Bu zafiyet ve noksanlığın meydana gelişinde elbette ki kitaplar sorumlu değildir. Az evvelde temas etmiş olduğumuz veçhiyle gerekleri uygulanmıyorsa sorumlu olan şuur ve bilinçten azade edilmiş toplumdur. Bu kurbanlar, toplumda yerleşmiş olan örf-adet ve sözde dini iyi bilen ilahiyatçı profesörlerin eseridir. Kendileri gibi okuduğu bilgileri sindirememenin kabızlığını yaşayan bir medeniyet meydana getirdiler. Ya zır cahil yada kısmen sahip olduğu lakin amel etmediği bilginin altında ezilip kaldılar. Hayat bakış açısında oldukça lakayt tavırlar takınır. Çünkü hayatı kendisinden öğreneceği kaynağı sadece kıraat eder durur. Bu nedenle kendisi, ailesi ve çevresiyle olan ilişkilerinde isabetsiz davranır. Bizzat insan, evren ve her şey Allah’ın ayetlerinden bir ayettir. Az evvelki bakış açısı ile evrene, kendisine bakıp ta Kuran ile arasında ilişki kuramadığı için de yani hikmetten yoksun olması sebebiyle hayat sahnesindeki konumu hep problemlidir. Konuşmak mı? İşte bu tiplerin işidir. Kurana yaklaşımı Kültürel bilgisini arttırmak, ya da üniversite sınavındaki soruların cevabını verebilmek yahut ta maaş alabilmek olan kimselerin özelliğidir konuşmak.
Kur’an’a hayat kaynağı edinmeksizin yaklaşmak kişiyi kısır bir döngünün içerisine sokacaktır. Kur’an’ın üzerinde gerçekleştirdiği birkaç fiille yetinip kalmak(okumak, düşünmek vs.) kendisiyle çelişen bir karakter sahibi olmasını sağlamıştır. Toplumun her kesiminden insan için geçerlidir bu hakikat. İlimlisinden ilimsizine, mevki sahibinden işçisine herkesi etkilemiştir bu yaklaşım. İlimli olanlar rant sağlama uğruna teslimiyet göstermezken, ilimsizler başlarına bela olan taassupla bocalamaktadır. Mevki sahipleri ise makamlarının elinden alınacağı korkusuyla Hakk üzere hareket etmezken, işçiler aldıkları maaş ile elde edecekleri zevklere engel olma korkusuyla hak ile batılı birbirinden ayıramamaktadır. Kimileri düşünmekle yetinip çok iyi bir iş yaptığını zannederken, kimileri de Kur’an’ı matematiksel bir hale dönüştürüp şifreler, formüller bulmaya çalışarak yeni bir çığır açtığını düşünmektedir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu gibi örnekler bize göstermektedir ki Kur’an, ancak kendisine teslim olan, ittika eden kimselere keşfolmaktadır. Farklı bir gaye ile yaklaşan kendisini sapkınlıktan ve çelişkiden kurtaramamıştır.
TESBİH KURBANLARI
Tesbih deyince akla ilk gelen şey; tesbih hakkındaki mevcut bilgiyi ortaya koyar. Eğer ki tesbih deyince akla tesbih çekilen alet geliyorsa tesbih hakkında eksik bilgi olmasından ziyade yanlış bir bilgi olduğu anlaşılmaktadır. Ya da dil ile telaffuz edilen virtler olarak da anlaşılıyorsa bu seferde eksik bir bilgi olduğu anlaşılmaktadır. Bunun böyle olmasının sebebi kavramları yüzeysel olarak bilip özüne inememekten kaynaklanmaktadır. Bu yüzeysel yaklaşım maalesef birçok kurbanın peyda olmasına sebebiyet vermiştir.
Bunu sık sık diline dolayanların bile zikirden ne kadar gafil olduklarını görmek mümkündür. Çünkü bunu yaparken de Kur’an’a danışılmamış aksine akıllarını teslim etmiş oldukları şahıslara danışarak, bakarak öğrenmişler ve tesbih hakkında saydıklarımızdan öteye geçememişlerdir. Zikir gibi Kur’an’ın sık sık üzerinde durduğu bir kavramı ondan öğrenmemek en hafif tabiriyle ağır bir gaflettir. Zira bu konuda Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır;
فَإِنْ خِفْتُمْ فَرِجَالًا أَوْ رُكْبَانًا ۖ فَإِذَا أَمِنْتُمْ فَاذْكُرُوا اللَّهَ كَمَا عَلَّمَكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ
“…Allah’ın size öğrettiği gibi Allah’ı zikredin.”(Bakara/239)
Kur’an’da cihad gibi geniş anlamlı bir kavram olan zikir; bazı kimselerce çok yanlış ve tehlikeli bir şekilde diğer anlamlarından soyutlanarak sadece dil ile telaffuz etmeye tahsis edilmiştir. Oysa ki Kur’an’da zikir; Allah’ı anmak, tebliğ, öğüt ve uyarı, şükür gibi bir çok manaya gelirken bazı ayetlerde de dil ile anmak manasında kullanılmıştır. Zikrin sadece tesbih olmadığını daha kapsamlı bir manası olduğunu Kur’an’ın şu ayetinden öğreniyoruz;
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا اللَّهَ ذِكْرًا كَثِيرًا
وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلًا
“Ey iman edenler, çokça zikretmek suretiyle Allah’ı zikredin. Ve O’nu sabah ve akşam tesbih edin.(Ahzab/41-42)
Müslümanlara hem zikrin hemde tesbih etmenin emredilmesi bu ikisinin aynı şey olmadığını göstermektedir. Bu gibi sebeple zikiri ve tesbihi küçümsemek, manasını ucuzlatmak mümine yakışır bir davranış değildir. Cihad kavramının içerisinde kıtal(savaş)ın yeri neyse zikir kavramının içinde de tesbihin yeri odur. Her yaptığına cihad adı verenler nasıl kıtal emrini göz ardı ediyorsa zikrin yalnızca tesbih olduğunu söyleyenlerde, tesbihin zikirden ayrı olarak emredildiğini göz ardı etmektedir.
Kendilerini zikir ehli olarak addedenlere gelince; aslında onlarında gerçekten zikir ehli olmadığı net bir şekilde ortadadır. Kendilerini nispet etmiş oldukları kıymetli