sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

BİR ÜLKENİN FETHİ

BİR ÜLKENİN FETHİ
16.02.2021
5.594
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

ÖNSÖZ

Hamd, kendisinden başka ilah olmayan Allah’adır(cc). Salat ve selam son rasul,son peygamber Hz. Muhammed (sav)’ehli Beytine, Ashabına ve gayesi Allah (c.c.)‘nın rızası rehberi Kur’an önderi Hz. Muhammed(S.A.V.) olan tüm Müslümanların üzerine olsun.

İçerisinde bulunmuş olduğumuz çağda hepimizin malumu olan sorunlar mevcut. Genellikle gündem olan sorunlar toplumsal alanda kendisini gösteren şeylerdir. Müslümanların günümüzdeki durumu, insanların içinde bulunmuş olduğu hal, ülkelerinin mevcut durumu gibi sıkıntılar herkesin dilinde olan şikayetlerdir. Ama kimse kendi sorununu mesele haline getirmemekte ve buna aldırış etmemektedir. Eğer toplumsal alandaki sıkıntıları mesele haline getirmişseniz ve derdiniz “ONLAR” olmuşsa bu kitap size fayda vermeyecektir. Çünkü bu kitap “SİZDEN” bahsediyor. Sizdeki bir “ÜLKE” den. Oranın fethinden ve asıl sıkıntıların kaynağının ORASI olduğundan bahsediyor. İnsanın ilk ve değişmeyecek derdi ORASI dediğimiz ÜLKE dediğimiz KALBİdir. Çünkü burası değişmeden inkılap gerçekleşmeyecek ve istenen elde edilmeyecektir. İlk buradan başlanmalı ve hep burası kontrol edilmelidir. Zira Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmaktadır; “Ey kalpleri halden hale evirip çeviren Allah’ım, benim kalbimi de dinin üzere sabit kıl.”[1]

Şimdi arkanıza yaslanın bir geziye çıkacağız. Bir ülkeyi ziyaret edecek orayı tanıyacağız. Eminim orayı çok seveceksiniz. O ülkenin içi sizi hayretler içeresinde bırakacak. Mevsimiyle, iklimiyle sakinleriyle çok sıcak bir bağ kuracaksınız. İyi bir gözlem yapmaya çalışın çünkü hiçbir detayı kaçırmamalısınız. Her manzarasıyla bir ibret veren bu ülke sizi kendisine hayran bırakacak. Ölmeden önce görülmesi gereken yerlerde bugün; “YÜREK ÜLKESİ”

Bu yolculuğunuzda bizi rehber olarak tercih ettiğiniz için Allah (cc)’a hamd ediyor ve O’na minnettarlığımızı bildiriyoruz…

5 Muharrem 1441

4 Eylül 2019

 

İNSAN VE KÂİNAT

İlk bakışta bu iki varlık birbirinden çok farklı şeylermiş gibi gözükse de asılda aralarında büyük benzerlikler mevcuttur. Bu benzerliğin yanı sıra birbirleriyle olan ilişkileri de aralarında kopmaz bir bağın olduğunu gösterir. Birini tanımaya çalıştıkça elde edilen bilgilerin kıyaslanmasıyla diğeriyle olan dengeli bir uyum keşfedilecektir. Böylelikle insan kâinat içindeki yerini ve kendi içerisindeki kâinatın hikmetini fark edecektir. Netice olarak insan kendini tanıyacak ve kâinat içeresindeki görevini anlayacaktır. Bu fark ediş insanı Rabbini tanımaya ve neticesinde de O’na  kulluğa götürecektir. Bu gibi sonuçlardan da anlaşılacağı üzere ne insan kâinata ne de kâinat insana yabancıdır. Aralarında bir aykırılığın tenakuzun olmadığını fark eden insan İlahi planlamadaki yerini içtenlikle merak edecektir. Gayet tabiidir ki bu merak bir araştırmaya ve istenileni ortaya koyma adına bir isteğe sebebiyet verecektir.(İrade)

Bu meraklı ve heyecanlı varlığı Kur’an’dan başka hiçbir kaynak tatmin edemeyecektir. Kur’an ona bu kritik soruların ve heyecanın karşılığını onun hevesini kırmadan, kafasını kurcalamadan, şüphelere mahal vermeden en doğru şekilde en tatmin edici cevaplarla verecektir. Ondan belli başlı kıyaslamalar ve tefekkürler isteyerek ondaki kıymetli bir nimeti(aklı) harekete geçirecek ve kendisindeki cevheri ortaya çıkararak doyumsuz bir senaryo çizecektir. Almış olduğu cevapların itminanıyla her sahnede kendisinden istenilen rolü sergileyecektir. Bu sonuca varmasında kendisine yardımcı olan kâinatın parolasını(işittik ve itaat ettik) çözmüş olup bu parolayla uyum içerisinde yaşamaya gayret edecektir. Bu kusursuz düzene hayranlıkla bakmaya devam eden insan çok fazla zaman geçmeden; Karşısında hayranlığını gizleyemediği şu koskoca evrenden daha üstün olduğunu (eşref-i mahlûk) ve bu muhteşem düzenin kendisinin hizmetine sunulduğunu öğrenecektir. Hayranlığı ve heyecanı bir kat daha artan insan artık görevi noktasında kesin sonuca yaklaşacaktır. Kuşkusuz bu şerefi bahşeden her şeyden üstün olan Yaratıcı’dır. Bu şerefi bahşetmekle kalmamış bu şereften yoksun olmasına ve şerefli konumdan aşağıya düşmesine razı olmamıştır.

لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ

ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ

“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik.”(Tin/4-5)

Bu iki ayet insanın ahsen-i takvim(en güzel suret) ile esfel-i safilin(aşağıların aşağısı) arasındaki ince biz çizgiye tabi tutulduğunu beyan etmektedir. Bu aradaki ince çizgi için çok şey söylenebilir fakat biz konumuz gereği insan ve kâinat arasındaki ilişkiyi temel alarak bu çizgiyi idraklere sunmaya çalışacağız.

Ahsen-i takvim üzere yaratılıp kendisine yüce bir değer ve görev verilen insan nasıl olur da bu değer ve görevden yoksun bir tutum sergileyerek aşağıların aşağısına iner?

Eşyanın (kainatın) kendisinin hizmetine verilmesiyle ve kendisine bir görev yüklenmesiyle şeref kazanan insan, bu sıralamanın yerini değiştirmesiyle mevcut konumundan kendisini aşağıya doğru yuvarlar. Bu sıralamanın yerini değiştirmek ise; kendisine hizmet için verilen eşyaya kul olmaya başlamasıdır. Bu kulluk eşyaya tutkuyla bağlanması sonucunda gerçekleşir. Kendi varlığını eşyaya feda etmesiyle bu eşrefiyyetine gölge düşürür itibarını zedeler. Böyle bir tavır sergileyen insan gayet tabiidir ki görevini unutacak hatta çok zaman geçmeden bu görevi inkâr edecektir.

İnsanın kendisini bu duruma getirmesi, öncelikle kendisine şeref bahşedene görev yükleyene ardından bizzat kendisine bir hakarettir. Paranın, malın, yeryüzünün teknolojinin hülasa maddenin efendisi olması gereken insan, bunların kölesi olarak haddini aşmış ve yeryüzündeki en büyük suça kalkışmıştır.

Her şeyin yerli yerinde tutulması, istenildiği şekilde icra edilmesi hikmete uygun hareket etmektir. Bu hikmet belli başlı sonuçları doğurarak bir hedef belirlemiş ve insanın dünyada vermesi gereken mücadeleyi ortaya koymuştur. İnsanın dünyada verdiği mücadelenin yanında bir de kendi dünyasında verdiği bir savaşı yani mücahedesi vardır. İnsana dünyada vereceği savaş için ilim gerekirken kendi dünyasında vereceği savaş için ise irfan(zekâ, tecrübe) gerekir. Etrafına bakarak bir denge kuramına şahit olan insanın bu ilim ve irfan arasındaki dengeyi sağlayıp icraata geçirmesi kendisine muttaki olma yani takva sahibi olma özelliğini kazandırır.

Sakınması ve yerine getirmesi gereken şeylerin olduğu gerçeğine varan insan bilmelidir ki; kâinattaki her şey bir hikmet çerçevesinde görevini yerine getirmektedir. Fakat kâinatın içerisinde barınan ihtiyaçlarını karşılayan bu insana, yaratılış gayesine aykırı hareket edebilme ve bu uyuma aykırı davranma gücü verilmiştir. Ki bu da ilahi bir hikmet gereğidir(imtihan). Bu da insana verilmiş olan iradeye işaret etmektedir. Bu irade de isyan edebilme kabiliyeti mevcuttur. İşte insan kendisine verilmiş olan bu isyan kabiliyetine aldanıp aşağıların aşağısına düşmüştür.

İnsana verilmiş olan isyan edebilme kabiliyeti onu aşağılama değildir. Zira bu isyan kabiliyetiyle aşağıların aşağısana düşse de insanın itaati; kendisinde var olan isyan edebilme kabiliyeti sebebince diğer varlıkların itaatinden üstün tutulmuştur. Çünkü bu şerefli mahlûk isyan etme gücü olduğu halde itaat etmiş ve kendisindeki eşrefiyetin sırrını bir nebze de olsa ispat etmiştir. Ki bu itaatin karşılığının Cennet olması bir diğer sırrı da keşfettirmiştir. İşte tam burada insanın kul olma imtiyazına sahip olmasının keyfiyeti karşımıza çıkmaktadır.

Fizyolojik olarak dahi insan vücudunun dengesiz beslenme neticesinde aldığı yaralar ve bedeni rahatsızlıklar bilinen bir konudur. İnsanın iç yetenek ve kabiliyetler ile donatılan bir varlık olduğunu düşünürsek buradaki dengesiz eğilim ve faaliyetlerin ruha vereceği zararı varın siz düşünün. Bedenin son raddede uğrayacağı en büyük zarar bedenin infilak edip ölmesidir ki bu dünyanın onun adına sonudur. Ancak ruhun uğrayacağı zararı tahmin etmek içten bile değil. Çünkü onun son durağı ahiretti. Ahiret sorumluluğu olmayan varlıklar için ölüm son olsa da insan için böyle değildir. Dış dünyamızda yaşadığımız ölüm, hastalık, enerji vs. gibi mukabilini iç âlemimizde de keşfedebilmeliyiz. Dış dünyaya alınan tedbirler iç âlem için alınmadıkça, dış dünyamızda yapmaya çalıştığımız ıslah çalışmalarını iç dünyamızda yapmadıkça fert ve toplum olarak saadet içerisinde yaşayan insanların varlığı mümkün olmayacaktır.Allah(c.c.) Kur’an-ı Kerim de şöyle buyuruyor;

 

لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ يَحْفَظُونَهُ مِنْ أَمْرِ اللَّهِ ۗ إِنَّ اللَّهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّىٰ يُغَيِّرُوا مَا بِأَنْفُسِهِمْ ۗ وَإِذَا أَرَادَ اللَّهُ بِقَوْمٍ سُوءًا فَلَا مَرَدَّ لَهُ ۚ وَمَا لَهُمْ مِنْ دُونِهِ مِنْ وَالٍ

’Bir topluluk kendinde olanı değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez.’ (Rad/11)

VAROLUŞ AMACI

İnsanı değerlendirmeye tabi tutan her görüş, insan için şu üç soruya cevap bulmak zorundadır; “Ben Kimim? Niçin Varım? Nereden Gelip Nereye Gidiyorum?”. Bu insanın temel soruları ve sorunlarıdır. Bu sorulara cevap bulamamış her görüş, geçerliliğini kaybetmeye yani yok olmaya mahkûmdur.

Sonuç olarak tüm görüşler insanın saadetini, mutluluğunu amaçladığını iddia eder. Geçmişte ve çağımızda bütün batıl dinlerin ve görüşlerin ortak iddiasıdır bu. Bu iddiada bulunurken insanı tanımak, onun temel sorularına doğru cevap bulmak gibi olmazsa olmaz kaideleri gözden kaçırırlar. Bu temel kaidelerin gözden kaçırılması ile mutluluğu sağlamaları imkânsızlaşır.

Bunun bugüne kadar mümkün olmadığını bugünden sonra da mümkün olmayacağı en basitinden insanlık tarihinin bize aktardığı tecrübeyle kesinlik kazanmıştır. Bu soru ve sorunlara doğru cevap veremeyen her görüş, fikir, din insanlığa saadeti değil felaketi getirmiştir. Bu felaketi körükleyen felsefik yaklaşımların menşei olan Putperest Yunanın ve ilah ve din hakkındaki saçmalıkların yaygınlaşmasında etkin rol oynayan muharref Hristiyanlığın bir araya gelmesinden doğan Batı Uygarlığı, insanlığın pırıl pırıl dünyasını felakete sürükleyen en son ve belki de en dehşetli oluşum olmuştur.

İslam evrensel saadetin adı olduğu gibi, Batıl Sistemler (Batı Uygarlığı, vs.) de evrensel felaketin adıdır. Bu batıl sistemler çağın gerektirdiği yöntemlerle insanlığın başına bela olurlar. Kimi dönemde emperyalizmi, kimi zamanda marxizmi, günümüzde de demokrasiyi insanların başına bela ederek, intiharlarına tüm insanlığı ortak ederler. Adına uygarlık, çağdaşlık özgürlük dedikleri bu aldatmacanın insanın mutluluğuna ilişkin iddiaları şarlatanlıktan öte bir değer ifade etmemektir.

Çağdaş sistemler, boyundurukları altında yaşayan insanların varlıkları ve sonlarıyla alakalı temel soruları sormasına fırsat tanımaz. Bunun için ellerindeki bütün imkânları seferber ederler. Teknolojinin geldiği son nokta ve getirdiği sonuçlar hangi amaca hizmet ettiği hususunda kesin bilgi vermektedir. Temas etmediği kimsenin kalmadığı teknoloji; çağdaş sistemlerin emellerine ulaşmasında maşa görevi görmektedir. Teknolojinin insanlara teması beraberinde büyük yıkımları getirmiştir. Sorgulama yeteneğini kaybeden insan bu duyarsızlığını teknolojiye borçludur.

Ekolojik dengeye verdiği zarar bir yana insanın maneviyatına verdiği büyük hasar iç dünyasını köreltmiş böylelikle insan için temel teşkil eden soruların sorulmasına mani olmuştur. İnsanın manevi açlığını teknoloji narkozuyla kapatan çağdaş sistemler; insanın tabiatını bozup fıtratından uzaklaştırmayı başarmışlardır. Çağdaş sistemleri böylesi mücadeleye sevk eden, insanların neden ve niçin sorularını sormalarından dolayı duydukları korkudur. Bu yüzden sorgulama özelliği olan insanı yönlendirme ve en önemlisi duygu ve düşüncelerini kontrol etmeleri için iletişim araçlarıyla ve eğitim yoluyla olağanca gayret sarf etmektedirler. Bu çarkı döndürmek için müziği, sporu, eğlenceyi hatta dinin bizzat kendisini uyutmak için kullanmaları bu denli gayretlerdendir.

Bütün bu mücadeleler insanın asıl kimliğini yani İslam’ı bulmamaları için tezgâhlanan oyunlardır. Tevhid’i temsil eden bir inanca karşı, batılı temsil eden sapık inançları çıkarmaktadırlar. Helak edilen toplumları özendirerek (Ad, Semud, Lut, vs) yaratılış gayesini hatırlatan peygamberlere karşı şüphe uyandırarak, onları yalanlayarak “batı modernizmi” enjekte edilmeye çalışılmaktadır.

Ben Kimim? Niçin Varım? Nereden Gelip Nereye Gidiyorum? Gibi temel sorular, aklın tek başına cevabını verebileceği sorular değildir. Çünkü bu sorular aklın çözebileceği âlemin dışında kalmaktadır. Bu gibi varlık sorularını ancak Vahiy çözebilir.

Nitekim Rasulullah (sav)’e vahiy gelmeden önce, inzivaya çekildiği hepimizce bilinmektedir. Bu inziva esnasında varlığını sorguladığını, derin düşüncelere daldığını sorularına cevap bulmaya çalıştığını ilk nazil edilen vahyin muhtevasından anlıyoruz. Onun yüklendiği sorumluluğu mükemmel bir şekilde yerine getirebilen bir davetçi olabilmesi için iç dünyasındaki zenginliğine ulaşması gerekiyordu. Bu yüzden Hira’da geçirdiği günler dışarıdan bir inziva gibi görünse de, bir keşif, seyahat ve en önemlisi büyük bir göreve hazırlıktı aslında.

O (sav) farkında olmadan yeryüzün en ağır işini üstlenmeden önce kalbini elverişli bir hale getiriyordu. O’na yalnızlık sevdirilerek bu inzivası sıklaşıyor ve adeta oradan çıkmak istemeyecek dereceye kadar ulaşıyordu. Rabb’i tarafından inzivaya yönlendirilen Peygamber (sav) sonradan fark edeceği büyük bir hazırlığın içindeydi. Dağların üzerine inmesiyle haşyetten paramparça olacağı(Haşr/21) ağır söze (Müzzemmil/5) muhatap olacak olan kalbin böylesi bir hazırlıktan geçmesi gerekiyordu.

Peygamber (sav), Hira’ da hikmete talip olmuş ve onu elde etmek için uçsuz bucaksız keşfe çıkmıştır. Araması, araştırması gerektiğini öğrenen Peygamber (sav) bu sorgulamalarıyla insanlara iç dünyasındaki zenginliğe nasıl kavuşacaklarını öğretmiş ve her insanın hayatında bir Hira Mağarası’nın olduğunu, olması gerektiğini ispat etmiştir. Bu sorulara cevap bulmaya çalışırken Rabbi’ nin kontrolünde olan Peygamber (sav)’e ilahi yardım yetişmişti(hidayet). Bu yardım bir başka sorgulamaları beraberinde getirerek neyi sorgulaması gerektiği öğretiliyordu.

O (sav), kendisini arıyordu, bu koskoca evren içeresindeki yerini. Kendini bulmak, kendini bilmek, kendini tanımak adına uzun keşiflere çıkıyordu. Bu keşifler başka arayışları başka soruları gündeme getiriyordu. Bu arayışlar en sonunda kendisini öyle bir noktaya getirdi ki bu artık ‘vahyin’ eşiğiydi. Sorduğu sorulara ancak vahiy cevap verebilirdi. İlahi irade tıkır tıkır işliyor insanın ilme(vahye), doğru bilgiye olan ihtiyacı muazzam bir şekilde gözler önüne seriliyordu. İnsanın gücünün aklının bittiği yerde Allah’ın kuluna yardımı ilişiyor ve insanlık için müthiş bir gelişme meydana geliyordu;

اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ

خَلَقَ الْإِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍ

اقْرَأْ وَرَبُّكَ الْأَكْرَمُ

الَّذِي عَلَّمَ بِالْقَلَمِ

عَلَّمَ الْإِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ

 

“Oku

Yaratan Rabbinin adıyla.

İnsanı alaktan yarattı O.

Oku, Rabbin en keremli olandır.

O, kalemle öğretti.

O, insana bilmediğini öğretti.”(Alak/1-5)

Evet, O insana bilmediğini öğretmişti, sorularına cevap vermiş ve onu engin bir tecrübeden geçirmişti. Böylelikle insan Ben Kimim? Sorusunun cevabını bulmuştu. Kendi kimliğini, neden varlık sahnesine çıkarıldığını öğrendi. Bundan da önce kendisini kimin yarattığını öğrendi. Sorularına nasıl cevap bulacağını, öğrenmenin yollarının ne olduğunu öğrendi(Okumak, kalemle öğrenmek). Dahası vahyin hakikatin tek öğreticisi olduğunu öğrendi. Kısaca insan, bilmediği, cevap bulamadığı sancısını çektiği şeylerin cevabının Allah’ta olduğunu, O’nun vahyinde olduğunu öğrendi. Kendisine ilahi yardımın geleceği garantisiyle yaşamayı öğrendi.

Aldığı bu cevaplarla varlık sancısı gitmiş yerine sorumluluk bilinci, kulluk vazifeleri gelmişti. Sorumluluğun ağırlığı ve hakikat aşkı gelmişti. Müminler en güzel örnekleri olan Allah Rasulu (sav)’nun bu engin tecrübesinden istifade edeceklerdi. O’nun davetini mesajını kavramanın anlamanın Onun takip ettiği süreçle mümkün olacağını fark etmeleri gerekecekti. Kur’an’a muhatap olan fertlerin vahiyden istifade edebilmeleri, vahyin ilk muhatabının vahiy gelmeden önceki elde ettiği yakine yaklaştıkları oranla mümkün olacaktır.

Vahyi ölçü almamış fikirlerin, görüşlerin, çağdaş sistemlerin varlıkla ilgili temel sorulara cevap verdiğine rastlanmaktadır. İnsan kimdir? Sorusuna bu kesimden bazılarının bu sorulara verdiği cevaplardan yola çıkarsak onlar hakkında söylediklerimizde ne kadar haklı olduğumuz anlaşılacaktır. Körün fili tarif etmesi gibi insanı tarif etmeye kalkışarak bahsi geçen felaketlerin fitilini ateşlemiş ve bocalayıp duran bir nesil ortaya çıkarmışlardır. Vahyi ölçü almadıkları her hallerinden belli olan bu sözde çağdaş ve aydın fikirlerin aslında abartıldıkları kadar bir zihin kabiliyetine ya da ilme ve irfana sahip olmadıkları anlaşılacaktır.

Bu sözde aydın fikir babalarından bazıları “insanı düşünen bir canlı”[2] olarak tanıtıp ne kadar sığ bir bakış açısıyla değerlendirdiği, insanı bir parça olarak görmesinden anlaşılmaktadır. Kimisi de “insan hisseden bir hayvandır”[3] diyerek daha kendi sorularına bile cevap veremediği gerçeğini gizleyememiştir. Bu da parçayı bütün sanıp gözünün içine kadar sokulan özelliklerini göremeyecek kadar körleşmiştir. İnsanın diğer boyutlarını bütün olarak göremeyen bu fikirlerin özgürlük adı altında savunduğu şey ahlaksızlıktan başka ne olabilirdi ki. Irkçılığın fikir babalığını yapanlar da bu tanımlamaya dahil olarak insanı “sosyal hayvandır”[4] diye tanıtmışlardır. Toplumu putlaştıran bu fikir babalarının aksine bireyciliği ve bireyselliği savunan fikir babaları da “insan isyan eden bir canlıdır”[5] diyerek işi içinden çıkılmaz bir hale sürüklemişlerdir. Bu tanımlamaların insana yaklaşımı farklı gibi gözükse de aslında ortak bir yanı vardır; o da intihara felakete meraklı olmaları. Bu hasta tipleri kâşifi oldukları fikirleriyle kendilerini çıkmaza sokmakla kalmamış kendisinden sonra gelecek olan nesilleri de büyük bir çukurun içine atmıştır. Nasıl bir çıkmazın içinde olduğunu “insan, alet kullanan hayvandır”[6] sözüyle haykıran çağdaş, aydın fikir babası evlere şenlik bir tanımlama yaparak, felaketin mimarları arasındaki yerini almıştır.

Bunun gibi onlarca örnek mevcuttur. İnsanların kendileriyle iftihar ettiği, yere göğe sığdıramadığı isimlerin, en temel sorulara dahi tutarlı ve dengeli bakamadıkları dolayısıyla saçmalayıp bocaladıkları net olarak görülmektedir. Her ne kadar insan hakkında söyledikleri sıfatlar insanda bulunsa da hakikati ortaya koyamadıklarından hakikatin bir parçasını fark etmeleri fayda sağlamamıştır. Zira, hakikat; parçalanmasıyla, hakikat olmaktan çıkar. İnsan düşünür, topluluk halinde yaşar, hisseder, yer, içer, alet kullanır. Bütün bunları insanın kendi dünyasından birkaç parçadır sadece. Bu gibi tezler insanı hiçbir zaman bir bütün olarak tanımlayamamaktadır. Onu adeta bölüp parçalamaktadır. Böylesine hastalıklı ve sakat bir düşüncenin hâkim olduğu sistemlerin insanlığa saadet sunacağı nasıl düşünülebilir ki?

Bu gibi tanımlamalar insanı aslından uzaklaştırmakta ve onun bir amaç üzere yaratıldığı gerçeğine yabancılaştırmaktadır. Allah insanı ahsen-i takvim(Tin/4) üzere yaratmış ve insan adına verilen tek doğru cevap olma özelliğinin yanında insana verilen değeri de beyan etmiştir. Onu, kendisine hakaret niteliği taşıyacak şekilde tanıtmayıp bu tanımlamayla keşfe çıkmasını irade etmiştir. Kendisinin böyle tanımlandığını gören insan birçok sorusuna cevap bulacak ve kendisinden istenenleri yerine getirebileceği özelliklerini fark edecektir. Nedir ahsen-i takvim? “Ona en iyi cisim ve diğer mahlûklardan daha iyi özellik verilmiştir. Ayrıca ona düşünce, anlayış, ilim ve akıl gibi yüksek kabiliyetler de bağışlanmıştır. Bunlar diğer mahlûkatta bulunmamaktadır.”[7] “En güzel yapıda, en güzel biçimde ve en güzel şekilde yaratılmanın insana özgü kılınması bu yaratığa daha fazla önem verildiğini göstermek içindir.”[8]

Ama ne yazık ki, insanı hayvana benzeten, onu aşağılayan, bu tanımlamayla onu değersizleştiren, eşyalaştıran düşüncelerden, sistemlerden medet umulmuştur. İnsanı insan yapan özellikler katledilmektedir. İşe yarar organları dumura uğratılarak, paslandırılarak; insan et yığını bir canlıya dönüştürülmek isteniyor. Yıllardır alın teri, zihin teri sömürülen insanın yüreklerine de el atmayı es geçmeyerek insandaki savunma mekanizması zayıflatılarak ticaret metaı haline getiriliyor. İnsandaki savunma mekanizması olan duygu ve düşünceleri bilinçaltına uygulanan operasyonlarla kendi amaçlarına hizmet ettiriliyor. İnsan, gerek ticarete gerekse de yönlendirmeye müsait duruma böyle getirilmektedir.

Batı modernizmi insanı insana kırdırma yöntemini insanı insanın kurdu olarak tanıtmakla gerçekleştirmektedir. Bunu yaparken de insana bunu süsleyerek servis edip cazip gelen ambalajlarla onlara sunmuştur. Alın teri, zihin teri, yürek teri sömürülen insan ne yazık ki kafasına, bileklerine ve yüreklerine vurulan şeffaf zincirlerin farkına varmıyor. Asıl özgürlüğe ulaşmasına müsaade edilmeyen insan yalancı özgürlüklere kanmakla ömrünü geçiriyor. Bu da insanların zincirleri kolye kafesleri de saray olarak görmesine sebep oluyor. İnsanı sömüren düzenler için bu tarz köleler tam istedikleri özelliğe sahiptir. Köleliğini özgürlük zanneden köle olduğu halde köle olduğunu kabul etmeyen. Eski çağlardaki köleler köle olduklarının ve sömürüldüklerinin farkındaydılar ve bu durum az da olsa efendiler için tehlike arz etmekteydi. Bu tehlikeyi onlar üzerindeki kurdukları baskı, zulüm işkence ile bastırabiliyorlardı. Bugünkü kölelere ise köle olduğunu kabullendirmek bir hayli zor. Hatta Kraldan çok kralcı olan bu insanlar yaptıkları kölelikle efendilerini bile şaşırtmaktadırlar.

Günümüzde bu köleleştirme politikasının karşısında ancak, yüreklerini, zihinlerini, bileklerini zincirlerden arındırmış olanlar durabilir. Vaat edilen geçici dünyalık metalara aldanmayıp ölümsüz değerlere kendisini adayan bu fertler, böylesi bir toplumun içinde özgür olduklarını savunabilirler. Köleleşmiş olan ve özgürlüklerini bu sömürü düzenlere satmış olan insanların kurtuluşu da bu özgür şahsiyetlerin sayesinde olacaktır biiznillah. İlahi planlamadaki yerini muhafaza eden bu özgür şahsiyetler bu kokuşmuş düzenlerin ortadan kalkmasına öncülük ederek içinde yaşamış olduğu toplumların uyanmasına sebep olarak onların asıl benliklerine dönmesini sağlayacaktır.

İnsanın varlıkla ilgili temel sorularına cevap veren İslam; gayet tabiidir ki ona huzuru ve saadeti sağlayacaktır. İslam sadece dünyada huzuru ve saadeti sağlayan tek din olduğu gibi bunu ebedi hayatta da huzur ve saadeti getirecek tek dindir.

İslam ve insan et ve tırnak, tohum ve toprak gibidir. Asıl hürriyetin adı olan İslam’ı insansız, insanı İslam’ sız bırakmakla başlar büyük felaket.

İslam, insanın evrenle tabiatla bir uyum içeresinde yaşamasıdır. İnsana insan olduğunu hatırlatan ona şeref ve izzet katan değerler bütünüdür. Sonradan çıkan bir din değil özde ve hakikatte var olan bir dindir. Beşerin eklediği, çıkardığı düzenlediği bir din değil, aksine insana ekleyen, ondan çıkaran ve onu düzenleyen bir dindir. Kirlenmiş fıtratları temizleyen, kir ve pas tutmuş zihinleri aslına kavuşturan dindir. İslam ve insan arasında değişmez bir kaide daha vardır ki insanın ona göstereceği teslimiyettir. İslam’ın aradığı insan insanın aradığına İslam’dır. Bu ikisi bir araya gelip buluştuğunda iman ortaya çıkar. İman ortaya çıkınca bir bilinç elde eden insan ona teslim olanların elde edeceği vasıfları bu dinin gerekliliklerine bağlı kaldıkça elde eder. İslam’ın bilincine varan insanda meydana gelen takva bilinci kendisini koruma ve muhafaza etme özelliğidir. Bu takvalı olma özelliği geniş kapsamlı olup ameli bağlamda değil akidevi bağlamdadır. İslam’dan ayrılmasına müsaade etmeyen bu bilince zarar verecek etkenlerden uzak durmasını sağlayan bir vasıftır.

İnsan başıboş bırakılmamıştır.(Kıyamet/36) İnsan seçer fakat müdahalede bulunamaz. İnsanı yaratan, muhakkak ki ona bir hayat programı belirlemiştir. Bazı Yunan Filozofları gibi Yaratıcı ’nın bir hayat programı belirlemediğine inanmak en azından ahmaklıktır. Allah yerleri, gökleri ve ikisi arasında bulunan şeyleri boşuna yaratmamıştır.(Duhan/38)

Acıkmayan, susamayan, darda kalmayan kısacası bunlardan münezzeh olan Allah’a karşı insanın yapabileceği bir iyilik de söz konusu değildir. Yaratıcı’ nın isteği bu tarz şeyler değildir.

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ

مَا أُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَا أُرِيدُ أَنْ يُطْعِمُونِ

“Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben, onlardan bir rızık istemiyorum ve onların beni doyurup-beslemelerini de istemiyorum.” (Zariyat/56-57)

İşte Yaratıcımız’ın bizden tam olarak istediği bu… Ubudiyet… Yani kulluk vazifeleri. İşte insanı insan yapan değer. Ona şeref katan izzet veren karanlıklar aydınlığa çıkaran yegâne vasıf. Ne yazık ki bu vasfı elde etmenin önünde büyük engeller mevcuttur. Bu engelin ‘Başlangıç Noktası’ bilinirse ve gereken tedbiri alırsa bu vasfı elde etmesi kaçınılmaz olacaktır. Şimdi bu ‘Başlangıç Noktasını’ irdeleyelim.

BAŞLANGIÇ NOKTASI

İslam’ın hayranı, İslam’ın seveni, İslamı beğenen birisi olmak ile İslam’a ittiba eden İslam’ın insanı olmak aynı şeyler değildir. Bu manada insanların çoğunluğu hayranlık ve slogandan öteye geçememektedir. İslam kendi eğitiminden geçmiş ve yetişmiş bir insana kendi insanım der. Başka düzenlerin, kültürel normların ve ahlaki ögelerin çerçevesinde yetişmiş bir ferdin kendisini İslam’a nispet etmesi çok uzak bir olaydır. Gerçekçi ve geçerli olması, yani inancını, şahsi davranışlarını, ahlakını ve diğer bütün alanlarıyla kendisini İslam’a nispet edebilmesi kendi düzeninde İslam’ın otoritesini oluşturmasıyla mümkün olabilir.

Düzen deyince ilk anda toplumun içindeki konum kastedilmiş değildir. Bilakis ferdi planda kişinin düzenini oluşturan prensipler, ilkeler ve kanunlar kastedilmiştir. Düzenin değiştirilmesi gerektiğine dair sayısız kelimeler kullanan bizler korkarız ki öncelikle değişmesi gerekenin kendi düzenimiz olduğundan habersiziz. Üstüne üstlük bu düzenin de baş mimarı bizler olmaktayız. Dolayısıyla İslam ile aramızdaki en büyük engel yine bizleriz.

Haydi, hep birlikte bütün batıl düzenleri yıkmaya çağırıyorum sizleri. Bu çağrı İslam’a girişin ilk şartı olan ve kendisinde La İlahe yani nefy edatı bulunan bütün düzenleri yıkacak bir balyozdur. Kelime-i Tevhid yani La İlahe(İlah yoktur) İllallah(Ancak Allah İlah’tır). İslam’ın tebliğ edilmeye başladığı cahiliye Mekke’sinden beter hale gelen kalp ve yüreklerimize La diyebilmeliyiz. Yıkılacak ilk düzenin kişinin ruhunda oluşturduğu eneler olduğunu unutmamalıyız. Ardından İllallah’ın gereği olan düzeni kalp ve kalıplarımıza hâkim kılmaya çağırıyorum. Kendi düzenimizi kurmaktan kastımızın yüreğimizi imar olduğunu anlamışızdır umarım.

Sahabe neslinin hayatları gözlemlendiğinde onlar önceleri şirk düzeninin insanıydı. Sonraları Allah Resulü’nün kendilerine yaptığı çağrıya tanık oldular; “Kulu La İlahe İllallah tuflihu” (Allahtan başka İlah yok deyiniz kurtulunuz). Onlarda “La İlahe İllallah” dediler ve kurtuldular. Aynı kelimeyi bizde defalarca belki de binlerce kez söyledik ama biz İslam’ın kendisinden sakındırdığı cahiliye ahlakı ve yaşantısından kurtulamadık peki neden diye sormalıyız, sormalıydık.

Bunun cevabına geçmeden önce şu gerçeği görmezden gelmemeliyiz; Ashabı Kiram Tevhid kelimesini Bir slogan, bir dua cümlesi, kurban merasiminde okunan bir söz olarak görmüyordu. Onlar bu kelimenin üzerine hayatlarını bina ettiler ve gerçekten de onlar hayat biçimi, yaşam şekli ve her şeyin uğruna feda edileceği bir inanç olarak görüyorlardı. Zaten böyle olursa bu kelimenin hâkim olduğu bir yürek ıslah olur ve Resulün çağrısındaki “kurtulunuz” kelimesi o yürek sahibi adına mümkün olabilir.

Tevhidin bireysel yansıması olan Kalp, kalıp ve kafa birlikteliğinin sağlanması gerekiyor. Yani muvahhid olmak gerekiyor. Öncelikle kendisini şüpheden, bölünmüşlükten, aykırılıktan kurtarması gerekir müminin. Kendi hayatında hakim kılamadığı tevhidi dil ile söylemenin bir anlamı yoktur. Çünkü tevhidin ilk hedefi insanın bizzat kendisi ve hayatın gerçekleştireceği inkılaplardır. Dolayısıyla uygulayacağı ilk alan toplum değil kişinin bizzat kendi alanıdır.

Her tülü ahlaksızlığın ve fuhşun yaygın olduğu, haramların meşrulaştığı, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü ve bununda maharet sayıldığı bir dönemde Allah Rasulu (sav) bu çağrıyı yapmıştı. Genelevi temsil eden kırmızı bayraklı çadırlardaki ahlaksızlığı değil zihinlerde ve kalplerde yer alan putları hedef almıştı Allah Rasulu (sav). Bilumum çağırdığı kelimenin hedefi buydu. Onları ahlaka çağırmadı eğer öyle olsaydı bir grup müşrik bu daveti kabul edebilirdi.

Ya da o dönem iç savaşlarla boğuşan ve anlaşmazlıklarla dolu olan bir çevrede ki bu dış ülkeler için kolay lokma olmalarını ve istilaya açık olmalarını sağlıyordu. Böylesi bir çevrede siyasal birlik ve sosyal statü vaad eden çağrı büyük yankı uyandırabilir ve bir o kadar da taraftar toplayabilirdi. Çünkü devlet putunun önünde bugünde olduğu gibi milliyetçiler ulusalcılar büyük destek verebilirdi. Vatan, bayrak, millet aşkına sevdasına davet etseydi daha kolay bir davet daha konforlu bir hayat olabilirdi. Ama öyle olmadı. Davet bu değildi, çağrı aynıydı; “La ilahe illallah, tuflihu”…

Buna benzer Mekke’nin diğer sosyo-politik durumundan istifade edip Mekke sokaklarında sloganlar eşliğinde geniş bir alana yayılabilirdi. Çünkü Mekke’nin mevcut durumu buna müsaitti. Köleler ayaklandırılabilir ya da efendiler pohpohlanabilirdi. Ama O (sav) sadece Tevhid’e çağırdı. Ya da Tevhid’e davet etmek için Mekke’nin bu durumunu maşa olarak kullanabilirdi, bir basamak olarak değerlendirebilirdi. Bugünkü çarpık anlayışın hâkim olduğu düşünce gibi ‘yavaş yavaş’ getirebilirdi İslam’ı ama O (sav) gene öyle yapmadı. Ki kendisine başkanlık dahi teklif edildi. Ama O (sav) ilahi metodu terk etmedi bu kelimenin dışına çıkmadı. Bu ilahi metod gereği önce nefislerdeki putlar kırılmalıydı ve bu ilerleyiş tavizsiz ve müşriklerden, müşrikleşmekten bağımsız bir şekilde olmalıydı, öyle de oldu.

Mekke’yi mevcut durumundan kurtarmak güzel bir şey olabilir, birliği sağlamak zulme dur demek, adaletsizliğin önüne geçmek ahlaksızlığı engellemek. Evet bunlar takdire şayan hamleler. Fakat hepsi hakikatin birer parçası tam olarak bütünü yansıtmıyor. Tevhid burada sayamadıklarımızla birlikte saydığımız güzellikleri tesis edecek bir bütünüdür. Haksızlığı, çirkinliği, adaletsizliği kökten halledecek bir çözüm, tek çözüm. Onlar bunu kavradıkları için kelime-i tevhidi ikrar ettiler.

Bu kelimenin kendilerinden bir kimlik tespiti istediğini ve bir davranış, tavır beklediğini hatta emrettiğini anladılar ve kabullenip yaşamlarına geçirdiler. Böylelikle de kurtulmuş oldular. Yoksa söylemekten ibaret olsaydı bu kelime hayatı değiştirmek manasına gelmeseydi, telaffuz eder, evlerine dağılır hayatlarına kaldıkları yerden devam ederlerdi. Ama öyle kolay değildi. Bunu Kur’an’da net bir şekilde görebiliyoruz;

أَحَسِبَ النَّاسُ أَنْ يُتْرَكُوا أَنْ يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ

“İnsanlar, “İnandık” demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler.”(Ankebut/2)

Onlar Tevhid’i bir akide olarak yüreklerinde, bir düşünce olarak akıllarında, bir eylem olarak bedenlerinde, bir hayat tarzı olarak yaşantılarında, bir dünya görüşü olarak toplumlarında hâkim kıldılar. Onlar yaptığı için değil Tevhid bunu emrettiği içindi tüm bunlar. Yoksa Tevhid bunlar yerine gelmediğinde fonksiyonunu kaybedecek kişiyi harekete geçirmeyecektir. Tevhidin tevhid olabilmesi fertlerin kendi hayatında her birimini yürürlüğe koymasıyla mümkündür. Cahiliyeyi, şirki kökten söküp atmak ondan iz bırakmamak. Bunu yapamayanlar kelime-i tevhidin güzelliğini intizamını; Ebu Cehil, Velid b. Muğire gibi aklıyla bilse de, Abdullah b. Ubeyy gibi diliyle söylese de, Umeyye b. Ebi’s Salt gibi aklıyla bilip, diliyle söyleyip, kalbiyle inandığını ihsas etse de, eğer kendini bu kelimenin kendisine çağrısına teslim etmemişse muvahhid olmamışlar ve bu güzellikten dışlanmışlardı…

İşte Saadet Çağı İslam’ın İnsanı olmayı; sözlerine, fiillerine, duygu ve düşüncelerine Kelime-i Tevhid’i nakış nakış işlemiş olmalarından dolayı başarmışlardı…

İslam’ın hayranlığından, kurbanlığından ziyade O’nun insanı olabilmek için, Allah’ın insanın üzerinde yarattığı ulvi düzeni bulmak şarttır.

الَّذِي خَلَقَكَ فَسَوَّاكَ فَعَدَلَكَ

فِي أَيِّ صُورَةٍ مَا شَاءَ رَكَّبَكَ

“O Rabbin ki, seni yarattı, sonra seni düzeltti de mutedil bir halde kıldı. Dilediği bir surette seni terkip etti.”(İnfitar/7-8)

EKSİK ANLAYIŞIN DOĞURDUĞU KURBANLAR

İçerisinde bulunduğumuz toplum İçi ve dışı arasında dengeyi kuramamış sayısı meçhul insanlarla doludur. Akide, düşünce ve hareket alanında birlikteliği saylayamamanın neticesi olarak ta, hakikatten bir yönünü kendisinde bulunduranlar, kendilerini tek doğru yolun tek müntesipleri zannetmektedir. Yani hakikati aramak ve bulup tabi olmak yerine kendi sahip olduklarını hakikatin kendisi zannetmek. Bu söz konusu durum çarpık anlayışın tabi bir sonucuydu. Tevhidi bölmek, bir kısmını benimserken kalan kısımlarını düşünce ve pratikte hayat sahnesinden uzaklaştırmak olsa olsa kişinin kendisini vahiyden izale etmesidir. Herhangi bir maddeyi elementlerine ayırmak o maddeden istifade edememeyi de beraberinde getirir. Yani Su= 2 Hidrojen 1 Oksijen. Bu bölmeyi yaparsanız artık sudan bekleyebileceğiniz menfaat sizin için söz konusu değildir. Serinlemek, gıda, söndürme, temizleme vs. gibi birçok faydası bulunan bu madde artık yakıcı, uçucu bir varlık haline dönüşmüştür. Dolayısıyla Tevhidi bölmek, parçalamak bundan çok daha vahim sonuçlara sebep olur. İnsan fıtratını en iyi bilen Allah Azze ve Celle fıtratın kendisi ile tatmin olacağı bir din ile bizleri mükellef kılmıştır ki bu da Tevhid dinidir. İşte tevhidi bölmek fıtri duyguların bir kısmının İslam’a bir kısmını dünya görüşlerine bir kısmının aileye bir kısmının önder kabul edilenlere bir kısmının ona buna ve neticede mikronlarına bölünmeye çalışılan ve çekişmelerle ömrü heba edilen bir fert ortaya çıkarmaktadır. Kendi iç savaşında çekişmelerle boğuşan, organları arasında vahdeti ve birlikteliği sağlayamayan kimselerin İslam üzere birlik ve beraberlikten bahsetmesi abes kaçmaktadır. Çünkü vahdetin oluşabilmesi fertlerin içlerine sindirmeleri gereken İslam düşüncesinin bir eseridir.  Kalbi ve ruhu sayısız kavga ve didişmelere sahne olan duygu ve düşüncelerini İnancın kontrolüne verememiş ve bunlar arasında uzlaşmayı sağlayamamış bireylerin ilk hedefi sloganik olmaktan çıkıp tevhidi yüreklerine hâkim kılmaktır. İslami çalışma içerisinde ki fertler farklı düşüncelerin kurbanı olup çıkıyorlar. Yetişme ve eğitimdeki eksiklik sebebiyle birçok topluluk hakikat namına keşfettikleri bir parçayı hakikatin tamamı zehabına kapılabiliyor. Bu keşiflerin doğru olduğunu savunmak ve muhafaza etmek adına da diğer gerçekleri görmezden gelebilmektedirler. Her ne kadar art niyet taşımaksızın yapılmış olsa da kalplerin zedelendiği ve hakikatten uzaklaşıldığı gerçeğini değiştirmiyor. Hakkı ve gerçekleri kavramakla ondan herhangi bir parçayı keşfedip kavramak farklı şeylerdir. İşin en acı yönü ise keşfedilen gerçeği en yükseklere çıkarırken diğerini keşfedenleri yerin dibine geçiriyoruz ki asılda görmezden gelinen fert ya da topluluklar değil hakikatin ta kendisidir. Dolayısıyla çarpık anlayışın meydana getirdiği kurbanların varlığı ise kaçınılmaz oluyor. Bunlara ilişkin birkaç hatayı ortaya koyarak meseleleri anlamaya çalışalım. Ama unutmayalım ki buna dair örnekler pek çoktur. İslam’ın hakikatini kavradıkça, arızalar daha net gözlerimizin önüne serilecektir. Bu Kurbanlardan bazılarını; Kitap kurbanları, tesbih kurbanları, slogan kurbanları vs. biraz inceleyelim.

KİTAP KURBANLARI

ذَٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ ۛ فِيهِ ۛ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ

“Doğru olduğu kuşkusuz olan bu kitap, takva sahipleri için hidayet kaynağıdır.”(Bakara/2)

إِنَّ هَٰذَا الْقُرْآنَ يَهْدِي لِلَّتِي هِيَ أَقْوَمُ وَيُبَشِّرُ الْمُؤْمِنِينَ الَّذِينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ أَجْرًا كَبِيرًا

“Hiç kuşkusuz bu Kur’an insanları en doğru yola iletir ve iyi ameller işleyen mü’minlere, kendilerini büyük bir ödülün beklediği müjdesini verir.”(İsra/9)

Kur’an’ın doğruya ileten bir kitap olmasında şüphe yoktur. Fakat bu doğruya iletme bir şarta bağlanmıştır. O şart ise muttaki olma gerekliliğidir. Kur’an kendisine teslim olanı doğru yola iletecektir. Yoksa kendisine teslim olmayanlar doğruya iletilme nimetinden faydalanamayacaklardır. Bunun yanı sıra daha da çok sapmalar gerçekleşecektir.

Onu okuyor olmak ya da raflarda ona bir yer ayırmış olmak teslim olmuşluğun ifadesi değildir. Ezberinde olması da bir teslimiyet ifadesi değildir. Onu ancak Allah’tan sakınanlar, ulûhiyet, ubudiyet, rububiyet şuuruna ermiş olanlar rehber edinebilir. Aksi takdir de müminler için şifa, kılavuz olan Kur’an, zalimlerin ise hüsranını artırır.

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ ۙ وَلَا يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إِلَّا خَسَارًا

“Kur’an’da mü’minler için şifa ve rahmet olan ayetler indiriyoruz. Fakat bu ayetler zalimlere sadece yeni yıkımlar, yeni kayıplar getirirler.”(İsra/82)

“Yani, “Kur’an’ı rehber edinen ve hüküm kitabı olarak kabul eden kimseler Allah’ın rahmetine mazhar olurlar ve her tür zihnî, psikolojik, ahlâkî ve kültürel hastalıklardan şifa bulurlar. Diğer taraftan Kur’an’ı reddeden ve onun hidayetine sırtını dönen günahkâr kimseler, gerçekte, kendilerine adaletsizce davranmaktadırlar. Bu nedenle Kur’an, onların kendisinin indirilmesinden veya bilgisinin onlara ulaşmasından önceki kötü durumda kalmalarına izin vermez, onları öncekinden daha büyük bir kayba sokar. Çünkü Kur’an indirilmeden veya onlara ulaşmadan önce onlar sadece cehaletten çekiyorlardı. Fakat Kur’an onlara gelip Hakla bâtılı birbirinden ayırdıktan sonra artık onların önceki cehalet konumlarında kalmalarını gerektiren hiçbir özürleri kalmamıştır. Bundan sonra eğer onlar Kur’an’ın hidayetini inkâr eder ve sapıklıkta ısrar ederlerse, bu onların cahil değil, Hakkın zıddı olan zulmün uygulayıcıları ve bâtılın kulları olduklarını gösterir. Çünkü o zaman onların durumu, önüne zehir ve iksir konulan, fakat zehiri seçen kimsenin durumu gibidir. Bu nedenle, bu durumda sapıklıklarından dolayı sadece kendileri sorumludurlar ve işledikleri tüm günahların cezasını çekeceklerdir. Tabii ki isyanın kaybı sonuç bakımından cehaletin kaybından daha büyük olacaktır. Hz. Peygamber (s.a.v.) bunu şu kısa ve anlamlı cümlede ifade etmiştir: “Kur’an ya sizin aleyhinize ya da lehinize bir delildir.””[9]

Kur’an’a yaklaşım yine onun istediği şekilde olmalıdır. Eğer Kur’an’a doğru yaklaşım olmazsa yeni fikirlerin ve oluşumların oluşması ve bu uğurda binlerce kurbanın meydana gelmesi kaçınılmazdır. İstediğini anlamak ve isteklerine fetva bulmak gayesiyle Kur’an’a yaklaşmak bir nevi Yahudileşme temayülüdür. Zira onlar Tevrat’ta işlerine gelmeyen yerleri tahrif ve tevillerle asıl manasından uzaklaştırıp bir kısmına inanıp bir kısmını inkar ediyorlardı. Bunu beyanla;

أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ ۚ…

“…Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?…”(Bakara/85) buyrulmuştur.

Kitabı tahrife kalkışmak onda meydana gelen bir (haşa) eksiklikten dolayı değil kişilerdeki eksikliklerden kaynaklanmaktadır. Anlayış eksikliği, okumakla yetinmek, telaffuz etmek, manasından yoksun değerlendirmeler yapmak gibi sebeplerle Kur’an’ın asıl gayesinden uzaklaşmışlardır. Dışarıdan Kur’an ile zahiri bir beraberlik söz konusu olsa da vahye karşı takınılması gereken tavır bu olmamalıdır.

Geçmişi kitaba boyun eğen bir medeniyetin kitapsız yaşayan çocukları olduk. Kuran hakikatin tek, yegâne, değişmeyen ve eskimeyen kaynağıdır. Kitabın en önemli vasfı Allahtan (cc) gelmiş olmasıdır. Dolayısıyla her meselenin doğrusu ve yanlışını açıkça ortaya koyar ve bunu uygulayan fert ve toplumlar üzerinde tamir ve tedavi gücü çok fazladır. İslam eylem dinidir, söylem dini değil. Bu tamir ve tedavi vahyin amellere yön vermesiyle gerçekleşir. Kitaba sahip olduğu halde cahiliyenin bataklığında yüzen bir kitleden bahsediliyorsa bu o insan topluluğunun kabukta takılıp kaldığının açık bir alametidir. Cehaletten sıyrılmakta yüzeyselden öze yani manaya inmekle mümkündür. Bu zafiyet ve noksanlığın meydana gelişinde elbette ki kitaplar sorumlu değildir. Az evvelde temas etmiş olduğumuz veçhiyle gerekleri uygulanmıyorsa sorumlu olan şuur ve bilinçten azade edilmiş toplumdur. Bu kurbanlar, toplumda yerleşmiş olan örf-adet ve sözde dini iyi bilen ilahiyatçı profesörlerin eseridir. Kendileri gibi okuduğu bilgileri sindirememenin kabızlığını yaşayan bir medeniyet meydana getirdiler. Ya zır cahil yada kısmen sahip olduğu lakin amel etmediği bilginin altında ezilip kaldılar. Hayat bakış açısında oldukça lakayt tavırlar takınır. Çünkü hayatı kendisinden öğreneceği kaynağı sadece kıraat eder durur. Bu nedenle kendisi, ailesi ve çevresiyle olan ilişkilerinde isabetsiz davranır. Bizzat insan, evren ve her şey Allah’ın ayetlerinden bir ayettir. Az evvelki bakış açısı ile evrene, kendisine bakıp ta Kuran ile arasında ilişki kuramadığı için de yani hikmetten yoksun olması sebebiyle hayat sahnesindeki konumu hep problemlidir. Konuşmak mı? İşte bu tiplerin işidir. Kurana yaklaşımı Kültürel bilgisini arttırmak, ya da üniversite sınavındaki soruların cevabını verebilmek yahut ta maaş alabilmek olan kimselerin özelliğidir konuşmak.

Kur’an’a hayat kaynağı edinmeksizin yaklaşmak kişiyi kısır bir döngünün içerisine sokacaktır. Kur’an’ın üzerinde gerçekleştirdiği birkaç fiille yetinip kalmak(okumak, düşünmek vs.) kendisiyle çelişen bir karakter sahibi olmasını sağlamıştır. Toplumun her kesiminden insan için geçerlidir bu hakikat. İlimlisinden ilimsizine, mevki sahibinden işçisine herkesi etkilemiştir bu yaklaşım. İlimli olanlar rant sağlama uğruna teslimiyet göstermezken, ilimsizler başlarına bela olan taassupla bocalamaktadır. Mevki sahipleri ise makamlarının elinden alınacağı korkusuyla Hakk üzere hareket etmezken, işçiler aldıkları maaş ile elde edecekleri zevklere engel olma korkusuyla hak ile batılı birbirinden ayıramamaktadır. Kimileri düşünmekle yetinip çok iyi bir iş yaptığını zannederken, kimileri de Kur’an’ı matematiksel bir hale dönüştürüp şifreler, formüller bulmaya çalışarak yeni bir çığır açtığını düşünmektedir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu gibi örnekler bize göstermektedir ki Kur’an, ancak kendisine teslim olan, ittika eden kimselere keşfolmaktadır. Farklı bir gaye ile yaklaşan kendisini sapkınlıktan ve çelişkiden kurtaramamıştır.

TESBİH KURBANLARI

Tesbih deyince akla ilk gelen şey; tesbih hakkındaki mevcut bilgiyi ortaya koyar. Eğer ki tesbih deyince akla tesbih çekilen alet geliyorsa tesbih hakkında eksik bilgi olmasından ziyade yanlış bir bilgi olduğu anlaşılmaktadır. Ya da dil ile telaffuz edilen virtler olarak da anlaşılıyorsa bu seferde eksik bir bilgi olduğu anlaşılmaktadır. Bunun böyle olmasının sebebi kavramları yüzeysel olarak bilip özüne inememekten kaynaklanmaktadır.  Bu yüzeysel yaklaşım maalesef birçok kurbanın peyda olmasına sebebiyet vermiştir.

Bunu sık sık diline dolayanların bile zikirden ne kadar gafil olduklarını görmek mümkündür. Çünkü bunu yaparken de Kur’an’a danışılmamış aksine akıllarını teslim etmiş oldukları şahıslara danışarak, bakarak öğrenmişler ve tesbih hakkında saydıklarımızdan öteye geçememişlerdir. Zikir gibi Kur’an’ın sık sık üzerinde durduğu bir kavramı ondan öğrenmemek en hafif tabiriyle ağır bir gaflettir. Zira bu konuda Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır;

فَإِنْ خِفْتُمْ فَرِجَالًا أَوْ رُكْبَانًا ۖ فَإِذَا أَمِنْتُمْ فَاذْكُرُوا اللَّهَ كَمَا عَلَّمَكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ

“…Allah’ın size öğrettiği gibi Allah’ı zikredin.”(Bakara/239)

Kur’an’da cihad gibi geniş anlamlı bir kavram olan zikir; bazı kimselerce çok yanlış ve tehlikeli bir şekilde diğer anlamlarından soyutlanarak sadece dil ile telaffuz etmeye tahsis edilmiştir. Oysa ki Kur’an’da zikir; Allah’ı anmak, tebliğ, öğüt ve uyarı, şükür gibi bir çok manaya gelirken bazı ayetlerde de dil ile anmak manasında kullanılmıştır. Zikrin sadece tesbih olmadığını daha kapsamlı bir manası olduğunu Kur’an’ın şu ayetinden öğreniyoruz;

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا اللَّهَ ذِكْرًا كَثِيرًا

وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلًا

“Ey iman edenler, çokça zikretmek suretiyle Allah’ı zikredin. Ve O’nu sabah ve akşam tesbih edin.(Ahzab/41-42)

Müslümanlara hem zikrin hemde tesbih etmenin emredilmesi bu ikisinin aynı şey olmadığını göstermektedir. Bu gibi sebeple zikiri ve tesbihi küçümsemek, manasını ucuzlatmak mümine yakışır bir davranış değildir. Cihad kavramının içerisinde kıtal(savaş)ın yeri neyse zikir kavramının içinde de tesbihin yeri odur. Her yaptığına cihad adı verenler nasıl kıtal emrini göz ardı ediyorsa zikrin yalnızca tesbih olduğunu söyleyenlerde, tesbihin zikirden ayrı olarak emredildiğini göz ardı etmektedir.

Kendilerini zikir ehli olarak addedenlere gelince; aslında onlarında gerçekten zikir ehli olmadığı net bir şekilde ortadadır. Kendilerini nispet etmiş oldukları kıymetli âlimin şu sözünü göz ardı etmektedirler. “Şeriattan bir taş düşse müritlerimin tüm virtleri düşer.”

Müslümanların tüm değerleri ayaklar altındayken, değil bir taş şeriatın binası yıkılmışken oturdukları yerden hurafelerle nefislerini tatmin etmektedirler. Enteresan olanı ise İslam Coğrafyası bu haldeyken kılını kıpırdatmayan bu tipler, bidat ve batıl amellerle büyük cihad yaptıklarını zannetmektedirler. Ne zikir ehli oldukları doğrudur ne de cihad ettikleri.

Oysaki Kuran’ı Kerim bütün çağ mekân ve şartlarda gerçek cihadı muhataplarına hatırlatmaktadır;

فَلَا تُطِعِ الْكَافِرِينَ وَجَاهِدْهُمْ بِهِ جِهَادًا كَبِيرًا

“Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onlara (Kur’an’la) büyük bir cihad(Cihaden kebira) ver.”(Furkan 52)

İşte gerçek cihad budur. Gerçek cihad edenler hem içlerinde hem dışlarında düşmana karşı cephe alıp, ıslah ve emniyeti önce kendi iç ülkelerinde başarabilenlerdir. Aklını ve ruhunu hayvani hislerine kurban eden bir toplum Kuranı hareket kaynağının merkezi olarak değilde uyuşturucu bir afyon zannetmişlerdir. Neticede düşünce, akıl ve kalp kavramlarını sadece vicdaniyat ve hissiyat olarak algılamışlardır. Dolayısıyla sevgi-düşmanlık, ümit ve korku gibi iç olgular dumura uğramış ve başkalarının kontrolüne girmiştir. Artık kendisi olmaktan çıkıp kendi benliğini birkaç kanaat önderi ve topluma yön veren sahtekârların kontrolünde hiçe saymaktadır. Bu tesbih kurbanlarının itaat anlayışı görerek ve bilinçli bir itaat değildir. Kurban, emredilenin dışında kimseyi dinlememek ve hiçbir kitabı okumamakla kalmaz artık Kuran’a ve onun ayetlerine karşı da kör ve sağırdır. Sebep olarak zikir çekiyor, Allah’ı anıyoruz derler. Hatta Kuran’a kör ve sağır kesilmek bu nasıl olur biz bunu yapmayız derler. Fakat hayatlarını selim akılla tahlil edersek vahyin yönlendirici mesajlar içeren ayetleri hakkında hiçbir bilgileri olmadığını anlarsınız. İşte bu aldanmanın ve kurban olmanın ta kendisi değilmidir. Hareket olması gerekirken sükûnet, Sükûnet olması gereken yerde hareket varsa zaten istikametten sapılmıştır.

SLOGAN KURBANLARI

Bir gecede devlet kurup bir gecede devlet yıkan slogan kurbanları, İslam’ın pratik yaşantısında sınıfta kalmış olmanın açığını bu gibi hayalleriyle bastırırlar. Dilleriyle mücahid olup amelleriyle müteahhit olurlar. Düdüklü tencere misali içindeki heyecan beynine doğru baskı yaptığında savurduğu birkaç slogan ile gazlarını alırlar. Büyük bir rahatlama sonucunda görevlerini yerine getirdiklerini düşünürler. Cihadı sağa sola lanet okumak ve kahır yağdırmak olarak anlayan bu kurbanlar tevhidi inkılabın mahiyetini kavrayamamışlardır.

Slogan kurbanlarının heyecanı geçicidir. Bir dönemler o heyecan ile naralar atan ve sağı solu yıkıp devrimci rolüne büründüklerini düşünürler. Hâlbuki daha sabah namazındaki yorganına savaş açamamış olup gerçek devrimi gerçekleştiremediğinin farkında değildir. Bu gibi eksikleri gördüğü halde bir hayıflanma ya da tedavi etme gibi bir yöntem pek tercih edilmez. Çünkü amellerin önem sıralaması çıkıp bağırıp naralar atıp ahkâm kesmek olduğundan eksiklik olarak gördüğü şey belki sesinin daha az çıkmış olması ya da daha az yer kırıp dökmüş olmasıdır. Genelde sermaye hayaldir. Acı gerçeklerin yanında bu hayaller ona sevimli gelmektedir. O hayallerin gerçekleşmesi için kalbi, fikri, fiili hazırlıkları yapmamış olduğundan heyecanı kısa sürede etkisini kaybedecektir, kaybetmiştir.

Bu heyecanını kanalize edememiş olması küçük sorumluluklara tenezzül etmemesine ve büyük işlere kalkışmasına ve gerçek inkılabı gerçekleştiremediği için de o yükün altında ezilmesine sebep olmuştur. Geriye sermaye olarak cesaret kalmıştır ki bu en büyük sermayesidir. Fikirlerine aykırı düşen herkesi suçlamaya hatta harcamaya hazırdır. Gereksiz cesaret örnekleri ve aşırı gidişlerine dur dediğinizde suçlanma hatta tekfir edilme olasılığınız oldukça yüksektir.

Bu gibi tavırları nebevi metoda aykırı olduğundan bu heyecanlı ve cesaretli slogan kurbanımız nihayetinde sonuç alamayacak ve o heyecanını kaybedecektir. Bu heyecanı kaybetmenin sonucunda ya küsüp içine kapanır ya da davayı dünya ile takas ederek dün ihanetle suçlamış olduğu kişilerin durumuna düşer. Bu durumun farkındadır ve içindeki vicdan mahkemesinde bir sonuca varmak zorundadır. Vardığı sonuç gerçekten içler acısıdır. Heyecanlı dönemi bitip çoluğa çocuğa ticarete kapılan bu slogan kurbanımız vicdanındaki çıkmış olduğu mahkemenin sonucunu büyük bir hakikati tespit etmişçesine kendisi gibi olduğunu düşündüğü kimselere; “Biz de bir zamanlar böyleydik, sizin bildiğiniz gibi değil.” Der.  Buna benzer birçok cümlesi vardır bu slogan kurbanının. İhanetinin, geri adım atmışlığın vicdan acısını bastırmanın en basit yoludur bu. Slogan kurbanı yanılgıyla dolu mücadelesinin faturasını böylelikle inancına yükler.

Çıkmış olduğu yolculuğu hak zannedip karşılaştığı problemlerin de bu hak yoldan kaynaklandığını düşünür. Hâlbuki bilgiye değil kurguya, sebata değil hevese, salih amele değil sloganlara, muhasebeye değil heyecana tabi olmanın bir sonucu olduğunu düşünmez. Gelmiş olduğu son durumun acısını da gene kendine değil hak yolun yolcularına kesmeye çalışıp onlara akıl verdiğini düşünerek bu yoldan vazgeçmelerini söyler. Vicdan rahatlamak, karakterine yapışan bu slogan kurbanı şunu anlayamamıştır yıllar boyu; “Bu din hararet dini değil hareket dinidir, bu din slogan dini değil inkılap dinidir.”

Bu üç kurban ne yazık ki dengesizliklerinin ve ölçüsüzlüklerinin kurbanı olmuşlardır. Hayata çeki düzen veren, davranışları düzenleyen dengeden yoksun oluşları kendilerinin böylesi bir sonuca uğramalarına yani kurban olmalarına sebep olmuştur.

DENGENİN DAVRANIŞLARDAKİ YANSIMALARI

Kusursuz işleyişi ve düzeni ile kâinat yaratıldığı günden beri insanlığı hayretler içerisinde bırakmaktadır. Şüphesiz ki kâinatın bu denli düzeni kendisi için sağlanmış olan denge sebebincedir. Söz konusu bu denge zerreden kürreye her varlık ve madde için geçerlidir. Bu denge bütün evrende geçerli olan bir yasadır. Şüphesiz bu düzenin bozulması gene ilahi kanun gereği ölüm ile yani kıyamet ile gerçekleşecektir.

İnsanoğlunun maddi dengesini bozan da manevi ölümlerdir. Manevi ölümün gerçekleşmesiyle, çığırından çıkan insanoğlu her geçen gün üstünde geçerli olan dengesizliği ispatlamaktadır. Şüphesiz ki tarih, dengeyi bozmak isteyenler ve kurmak isteyenlerin savaşlarıyla doludur. Ki bu savaş kıyamete kadar devam edecektir. İşte dengeyi kurmak isteyenler deyince karşımıza peygamberler çıkmaktadır. Çünkü onlar, ilahi dengeyi tavır ve davranışlarında sembolleştiren ideal örneklerdir. Vahiyler ise, denge öğretisinin ilahi metinleridir.

Zira Kur’an baştan sona dengenin çarpıcı örnekleriyle dolu. Daha ilk sayfalarından itibaren bu denge göze çarpmaktadır. Hamd ile başlayan bu ilk öğreti ardından Alemlerin Rabbi’ nin iki sıfatıyla devam ediyor. Rahman ve Rahim. O’nun Rahman ve Rahim oluşu okuyucu rahatlatıyor, sevindiriyor, kalbindeki ümitleri yeşertiyor. Çünkü merhamet görmek ve bağışlanmak güzel bir şey. Tam bu esnada okuyucu sonrasında gelen sıfat ile içinde yeşeren duyguların, içinde bulunduğu halin dengesizliğe ve rehavete kapılmaması adına kendisi için denge sağlanıyor. Din Günü’nün sahibi. Kundaktaki bebeğin saçını ağartan, hesap gününün sahibi olduğu hatırlatılıyor. Önceki umudunuz bir korkuyla, sevinciniz havf ve haşyet ile dengeleniyor.

Bu, insandaki psikolojik dengenin sağlanması için gerekli olan iç donanımın birbiri ile çatışma halinde olmaması bir yönünün diğer yönüne baskın gelip mekanizmayı sarsmaması adına çok hemde çok önemlidir. Fatiha suresindeki ümit ve korku ile alakalı örnek bunlardan sadece bir tanesidir. Donanımsal olarak bütün insanların yetenek ve kabiliyetleri çok daha fazla olmakla, mesela; insandaki korku ve ümit ile beraber, sevgi ve nefret, itaat ve isyan, güç ve zayıflık, yumuşaklık ve sertlik vs. gibi bir çok özellik bulunmaktadır. İşte bu gibi olguların her şeyin en doğrusunu ve yanlışını faydalısını ve zararlısını iyisini ve kötüsünü bilen bir zat tarafından kontrol altına alınması gerekiyor ki küçük kâinatta denge bozulmasın. İslam’ın insan toplumlarına yönelik hükümleri sadece bireyselde değildir. Kuranda bireysel, toplumsal, siyasal, ekonomik ve evrensel dengenin yasalarını bulmak mümkündür.

Bakara suresinin ilk ayetlerinde konu ile alakalı örnekler mevcuttur. Mesela “Onlar ki gayba iman ederler” buyurulduktan sonra muttakilerin iki özelliği sıralanıyor; 1) Namazı ikame ederler 2) Kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler. İki özelliğin birisi bireysel, diğeri ise toplumsal. Bir tarafta kulun Rabbine olan bağlılığı ve boyun eğişinden bahsedilirken diğerinde ise kendisi gibi olan topluma ait sorumluluklarından bahsediliyor. Kendilerine verdiğimiz rızıktan, yani ellerindeki mallar kendilerinin kazancı değil Allah’ın vergisidir. Dolayısıyla verirken Allah’ın malından vermektedirler. Yine onlar verirken rastgele vermezler. Kendi nefsine ailesine sırasına göre diğer haklar konusunda da Allah Azze ve Celle’nin kendisine hibe ettiği gibi oda cimrilik yapmadan vermekten kaçınmaz. Bu ve buna benzer Kuran’ın bir çok ayetinde iç ve dış dünyaya ait bireysel ve toplumsal planda yönlendirmeler bulunmaktadır. Kuran’ı Kerim Ashab’ı Kiram’ın üzerine iniyordu. Dolayısıyla yaşanan olaylara binaen Allahu Teâla konuyu açıklıyor dengenin ancak kendileriyle sağlanacağı evrensel hükümlerini indiriyordu. İzahat mahiyetinde şu ayetleri inceleyelim;

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَلَا تُبْطِلُوا أَعْمَالَكُمْ

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve amellerinizi boşa çıkarmayın.” (Muhammed 33)

Bu ayetin nüzul sebebi olarak sahabe arasında bazılarının iman ve amel dengesini tam olarak sağlayamadıkları zikredilir. İbn Kesir’in Ebul Aliye’den rivayetle; “Allah Resulünün ashabı şirk ile beraber hiçbir amelin fayda vermediği gibi “La İlahe İLLALLAH’ı” kabul etmekle de hiçbir günahın fayda vermeyeceğini düşünüyordu. Tabi Ashab bu görüşe kendiliklerinden ulaşmamışlardı. “Allah şirki bağışlamaz, bundan başka günahları dilediğini bağışlar (Nisa 48)” Ayetini böyle anlamışlardı Bunun üzerine Muhammed 33 Ayeti Kelime nazil oldu. Kuran’ı Kerim iniyorken dengesizliğin her türlüsüne müdahale ediyor ve onu düzeltiyordu. Onları sevgi ve nefretlerinde dahi aşırılığa kaçmaktan men ediyordu. Hepimiz için mümkün olan dengesizliğe şöyle parmak basıyordu;

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُونُوا قَوَّامِينَ لِلَّهِ شُهَدَاءَ بِالْقِسْطِ ۖ وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ عَلَىٰ أَلَّا تَعْدِلُوا ۚ اعْدِلُوا هُوَ أَقْرَبُ لِلتَّقْوَىٰ ۖ وَاتَّقُوا اللَّهَ ۚ إِنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ

“Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun, çünkü o, takvaya daha yakındır.” (Maide 8)

Allah Resulü “Ahsen’i Takvim” olarak yaratılan insan için dengenin en güzel örneğiydi. Ona(sav) bakan, Onun emirlerine uyan için dengesizlik mümkün değildir. Aşırılık ve gevşeklik durumuna düşmemek Onun direktiflerine uymak ve Onu örnek edinmekle mümkündür. Duygu düşünce ve amel arasındaki dengeyi kurmak isteyen Ona bakmalıdır. Zira Onda ve Onun terbiyesinden geçmiş olan sahabesinde bunun eşsiz örneklerini bulacaktır. Denge eş anlamlısı olan adalet ve itidali sahabe arasında nasıl tesis ettiğinin örnekleri bir hayli fazladır. Birkaç tanesinden örnek verecek olursak; Said b. Hişam anlatıyor; “Önce karımı boşamak, sonra kendime ait malları satmak, elime geçenlerle at ve silah alarak ölünceye kadar cihad etmek için Medine’ye göç ettim. Kavmimden karşılaştığım bir grup, daha önce de altı kişilik bir ekibin Allah Rasulü zamanında böyle bir işe teşebbüs ettiklerini, Allah Rasulü’ nün “Ben size güzel bir örnek değil miyim?” diyerek onları bu işten men etti­ğini haber verdi. Ben de evime, ailemin yanına geri döndüm.”[10]

Yukarıda anılan altı kişilik grubun Allah Rasulü tarafın­dan reddedilmesinin gerekçesi yine dengesizliğe meyil. İçe­risinde Selman, Süheyb, Ebu Zer (R.a.) gibi isimlerin de bulunduğu bu grup, Rasulullah’ a gelerek, kendilerini iğdiş ettirip ıssız bir yere çekileceklerini, orada -kendi aile ve çocuk­ları da dâhil dünyevi her şeyden el-etek çekip ibadet ve taatla meşgul olacaklarını söylemişler, bunun üzerine Allah Rasulü kendisinin Nebi olduğunu hatırlatarak “Ben size güzel bir ör­nek değil miyim?” buyurmuş ve kızmıştı.

Biri dengenin üstü (ifrat) diğeri dengenin altı (tefrit) olan bu iki olayın sahabe tarafından birlikte değerlendirilmesi de oldukça manidar. Bilek ve yürek dengesinin sağlanmasına örnek teşkil eden bu olayları bir başka zaman ve zeminde ger­çekleşen şu olay tamamlamakta:

Allah Rasulü bir seriyye göndermişti. Abdullah b. Reva­ha’ nın da o seriyyede gitmesini istemişti. Günlerden cumaydı. Namazdan sonra Allah Rasulü, Abdullah b. Revaha’yı orada görünce sordu:

– “Niçin arkadaşlarınla birlikte erkenden gitmedin?” Abdullah:

– “Cumayı, Rasulullah’ ın ardında kılmak istedim. Nasıl olsa onlara tekrar yetişirim.” dedi.

Allah Rasulü:

– “Yeryüzündeki her şeyi infak etseydin yine onlarla birlikte çıkmanın sevabına erişemezdin.” Buyurdu.[11]

Yukarıda geçen hadiseyi Kütüb-i Sitte’nin rivayet ettiği şu olayla birlikte düşündüğümüzde dengenin mahiyeti otaya çıkar;

Adamın birisi Peygamber (sav)’in huzuruna gelerek, ondan savaşa katılmak için izin istedi. Allah Rasulu; “Anan baban sağ mı?” diye sordu. “Evet” diye karşılık verdi. Bunun üzerine Rasulullah (sav) şöyle buyurdu; “O halde git onları razı et.” Benzer bir olay Taberani’nin haber verdiğine göre Ebu Hureyre’nin de başından geçmiştir.

Evet, bütün bu örnekler, Allah Rasulu (sav)’nun güzel örnekliğinde dengenin tuttuğu önemli yeri işaret etmektedir.

DENGESİZLİK NASIL BAŞLADI?

Maide süresinin 8. ayetinde belirtildiği gibi tam anlamıyla ” muttaki” olmak demeye gelen denge, bireysel ve toplumsal bir davranış biçimi olarak Rasulullah’tan sonra çok uzun sür­medi. Kafa, yürek ve bileğin dengeli bir biçimde kullanıldığı günler çabuk tarihe karıştı. Bu altın dengeyi kişiliğinde oluş­turabilmiş kâmil insanlar yetişmedi değil. Ama onlar bu den­geyi bir daha, asr-ı saadet gibi, topluma mal edecek ortamı ye fırsatı yakalayamadılar.

Bütünden ilk ayrılan parça ‘bilek dengesiydi. Adına saadet denilen denge çağında, cihad bir meslek olarak değil bir iba­det olarak yapılıyordu. Dahası İslam’la insan arasındaki engelleri kaldırmanın mücadelesiydi cihad. Ölmenin ve öldürmenin in­sancasını çoktandır unutan insanlığa güzelce ölmeyi ve güzelce öldürmeyi öğretmenin adıydı. Barışın en kalıcı yöntemiydi.

Evet, bütün bunlarla birlikte cihad kulun Rabbine karşı verdiği sınavların en çetiniydi. Çünkü savaş, meydanlarda de­ğil, önce yüreklerde başlıyordu. Yüreğindeki savaşta yenilenler mücahit olma vasfını ta baştan kaybediyorlardı. Çünkü onları cihad alanına binitleri değil imanları götürüyordu. Gözünde fer, dizinde derman kalmamış bir iman, sahibine can bağışla­tacak enerjiyi pompalayamayacak, bunun doğal sonucu ola­rak da o, mücadeleyi başından kaybedecekti.

Dengesizlik nebevi metottan ayrılmakla yavaş yavaş peyda olmakta ve büyük yıkımları da beraberinde getirmekteydi. Bu ayrılış sirayet ettiği her yeri kurutmuş ve atılan her adımda meyvesini vermeye başlamıştır.

Nebevi siyaset sultani siyasete, adalet istibdada dönüşün­ce, cihad da meslekleşti. Çünkü saltanatlar hakka ve halka yaslanamazdı. Ayakta kalması için bir “güç” e ihtiyacı vardı. Bu güç de ordudan başkası değildi. Bu şekilde bütünden ay­rılan silah, ganimet hırsının da tesiriyle kurumlaştı. Her ku­rumun kendine özgü bir mekâna ihtiyacı vardı. Silah için o mekân “kışla” oldu. Mücahid için mü’min olmak yetmiyor bir de “kışlacı” olmak gerekiyordu.

Ardından, mü’mini derinlik sahibi kılan ve Rabbanileş­tiren çeşitli Kur’ ani fakülteler olan ittika, edep, ihsan, zikir, şükür özetle İslam irfanı bütünden ayrıldı. Hâlbuki bu sayı­lanlar, müslümanlar içerisinde belli bir zümreyle ilgili ‘şeyler değildi; iman ve takva ile doğrudan ilgisi olan talim ve terbiye yöntemleriydi. Bu fakültelerin tümünün esaslarını -hatta de­taylarını- Kur’an’da bulmak mümkündü. Çünkü insanı “ah­sen-i takvim” üzere yaratan Allah’ın onun en büyük iki değeri olan kalbini ve ruhunu ihmal etmesi düşünülemezdi.

Yukarda sayılan değerlere sahip olmak için müslüman ol­mak yetmeyecek artı “tekkeci” olmak gerekecekti. İslam’ın şah­siyetli insanı, bir yara daha almıştı. Kurumlaşan her yapı bera­berinde bir bütün olan dinden bir parça alıp götürüyordu.

“Tesbih” kendisine mekân bulur da “kitap” bulamaz mıy­dı? Elbet o da buldu.

Resmi olmayan tarihi çok öncelere dayanmakla birlik te ilmin kurumlaşması resmen Nizamiye Medreseleri eliy­le oldu. Selef, ilmi Allah rızası için kesbederlerdi, Aynı za­manda bir ibadetti ilim; ebedi saadetin bir aracıydı. Çünkü “Allah’tan gereği gibi âlimler sakınır”dı. İlk medreseler açıldığında bunu duyan Maveraunnehir ulemasından biri, “Eyvah ilim öldü” demiş ve eklemişti: “ Biz ilmi dünya geçimi için değil Allah rızası için öğreniyorduk. Bunun için de ilme samimi ve ihlaslı insanlar talip oluyorlardı. Çünkü ucunda zahmet ve meşakkat vardı. Hiç bir dünyevi karşılığı yoktu. Ama bundan sonra, medreseler aracılığıyla sultanların satın aldığı bir araç olacak. İlmin para ettiğini gören insanlar onu elde etmeye çalışacaklar. İlmi elde edecekler ama ihlas ve takvayı kaybedecekler.”

Evet, bu tahminlerin tümü gerçekleşmişti; ilim artık “ahi­ret azığı” değil “dünya azığı” idi.

Dengesizlikle kurumlaşma arasında kurduğumuz ilişki­den, bir genelleme yaptığım sonucu çıkarılmamalı. İslam’ın bütüncül insan tipinin parçalanışını açıklamak için kurum­laşmanın olumsuzluklarına dikkat çekmek zorundaydık. Ku­rumlaşma gerçekleşmeden önceki örneklerin tümü müspet olamayacağı gibi, kurumlaşmadan sonraki örneklerin tümü de menfi olamaz.

İslam’ın Saadet Asrındaki altın dengesinin parçalanış hikâyesi aşağı yukarı böyleydi. Ardından bunun felsefesi yapıl­dı. Taraflar, taraftarlar ortaya çıktı. Bölünme kısa zamanda tüm dini ve toplumsal alanlara yayıldı. Akide bile kendisini bundan kurtaramadı. Zahir-batın tartışması ve tekke-medrese atışması bazen vahim boyutlara ulaştı. Bu bağlamda kimi bölgeler çatışmalara sahne oldu. Her kesimin eyyamcıları sırt­larını sulta sahiplerine dayayarak ellerinde bulundurdukları hakikat parçasını kutsamaya, diğerlerini de yok saymaya ça­lışıyorlardı.

Özetle duygu, düşünce ve hareket birbirinden ayrılmış, her biri kendisine bir isim bularak hizipleşmişti. Sonraları bu ekoller kendilerine mahsus ilmi disiplinler oluşturdular. Her birinin kendine özgü lügat ve ıstılahları vardı. İşin kötüsü

“Her hizip kendi yanındakiyle övünüyordu!” (Rum/32) “Bu haki­kattendir.” yerine “Hakikat budur!” diyordu. Herkesi, elinde bulunduğunu sandığı hakikatin o parçasına çağırıyor, o par­çayı elinde bulunduranın kurtulduğunu (necat), geride kala­nın sapıttığını (dalal) iddia ediyordu.

Bu şekilde başlayan parçalanma giderek insanımızın tabia­tı haline geldi. Günümüzde yaşadığımız vahim durumun tarihi arka-planı kısaca böyleydi.

Bu arka-planın etkisi olanca şiddetiyle günümüzde de sü­rüyor. Meziyetlerin tarihte kalanı olmuştur belki, ama hiç bir rezilet tarihte kalmadı. Günümüze değişik yöntem ve isimler altında taşındı.

Bugün insanımızın duygusuna, düşüncesine ve eylemine musallat olan dengesizliğin temelinde, bu olumsuz gelenek ya­tıyor.

Aslında dengeyi bozmak isteyenlerin planları tıkır tıkır işledi. Bu planı kuranlar, insanları peygamberi metottan uzaklaştırarak emellerine ulaşacaklarını anladılar da sözde müslümanlar bu metotla dengeyi sağlayacağını anlayamadılar. Bu metottan aykırı da hareket edebileceklerini düşünerek çağın değişmesi gibi sebeplerle bu yanlışlarına kılıf uydurdular. Tek bir çatı altındayken ihtişama kavuşan insanoğlu bu çatıyı bırakıp yeni çatılar inşa edince hizipler, gruplar peyda oldu. Bir çok olumsuzluğun meydana gelişinden bahsedebiliriz, örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu metottan sıyrılış beraberinden büyük yıkımları getirmiştir ki yıkımın gerçekleştiği ve gerçekleşmeye de devam ettiği yerde dengeden bahsetmek beyhudedir.

DENGESİZLİĞİN ÇAĞDAŞ YANSIMALARI

وَإِذَا تَوَلَّىٰ سَعَىٰ فِي الْأَرْضِ لِيُفْسِدَ فِيهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَ ۗ وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ الْفَسَادَ

“O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez.” (Bakara/205)

Günümüz insanında denge, yürek aleyhine bozulmuştur. Kalp ihmal edilince ortada bir şey kalmamaktadır. Mahlûkatın eşrefi insan, insanın eşrefi ise kalptir. Hiç bir şeyin fayda vermediği bir günde “selim bir kalbin fayda vereceği gerçeğini Kur’an’dan öğreniyoruz. (Şuara/88-89)

Allah Rasulünün beyan ettiği gibi kalp, insanın merkezi, vücudun komuta mahalli, imanın meskenidir. Kalp, Allah’ ın tecelligahıdır; Allah’la insan arasındaki ilişkinin koordine edildiği ulvi bir mekândır. Özetle kalp, bir nükleer güç merke­zidir. Kaç kişi içerisinde böylesine müthiş bir imkân taşıdığı­nın farkında?

Aldığımız Batı kaynaklı rasyonalist ve pozitivist eğitimin tahribatına uğrayan organlarımızın başında kalp gelmektedir. Amaç imanları öldürmek ya da etkisiz hale getirmekse, elbet hedef de yürek olacaktır. Mekânı başına yıkılmış bir iman, kendisine saray olması gerekirken kendisine zindan edilen bir yürekte ne yapabilir ki?

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ تُطِيعُوا الَّذِينَ كَفَرُوا يَرُدُّوكُمْ عَلَىٰ أَعْقَابِكُمْ فَتَنْقَلِبُوا خَاسِرِينَ

“Ey müminler, eğer kâfirlere itaat ederseniz sizleri topuklarınız üzerinde geriye döndürürler de hüsrana uğrarsınız.”(Al-i İmran/149)

Çağdaş eğitimin hedefi, imanın iktidarını elinden almaktır. İktidarı elinden alınmış bir iman, sadece bir yürek aksesuarıdır. Şimdilerde yaşanılan açmazların kaynağı da bilim ve teknolojiyle radyasyonlanmış imanların iktidarsızlığı değil mi­dir? İmanlar, “vehn” (uyuşukluk, pısırıklık) illetine tutularak dişi-tırnağı sökülmüş uysal bir arslana benzetildi. Kalp imana mesken olması gerekirken ona mahbes oldu.

Tuzu kuru bir İslamcılık moda şimdilerde. Kişiye sadece İslam’ ın kazandırabileceği en güzel sermaye olan duygudan, derinlikten, iç zenginliğinden yoksun garip bir ‘tip’ çıkarılma­ya çalışılıyor. Duygusu ve yaşantısı bir “lord” ya da bir “kont” gibi olduğu halde bir müslüman gibi düşünen; imanını aklı­nın eline verip aklıyla iman eden hilkat garibesi tipler. Mü­nafıklar suresinde anıldığı gibi, İslamı kavrayışına, düşünce­lerinin parlaklığına ya da ayetlerin arasında zekâ oyunları ve mantık bilmeceleri çözer gibi dolaşmasına, yani konuşmasına hayran kalıyorsunuz. (Münafikun/4)

Müslümanın en güçlü organı yüreğidir; -Allah’la olsun kullarla olsun- her türlü ilişkiyi oradan başlatır. Örneğin iki marxistle iki müslüman arasındaki ilişki arasında fark olmalı. “Gardaş”lık “yoldaş”lığa dönüşmemeli. Dava vs. adını koy­duğumuz mevhum şeyler, böylesine bir tatlı su İslamcılığının bahanesi olamazlar. Hissetmeyen, ürpermeyen, yanmayan, hüzünlenmeyen kalple taş arasında ne fark var? Kitab’ a göre taşlar bile böylesi bir kalpten daha iyi:

ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذَٰلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ أَوْ أَشَدُّ قَسْوَةً ۚ وَإِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْأَنْهَارُ ۚ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاءُ ۚ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ ۗ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

“Sonra kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarı/arak ortasından sular çağlar, öyleleri de var ki Allah korkusundan, yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınız­dan gafil değildir.” (Bakara/74)

Eğer taşıdığın kalp böyleyse, daha fazla hamallığını yapma onun. Bir ömür göğsünde granitten bir parça taşımaya seni kim ve ne mecbur ediyor? Kaldır, at!

Müslüman gençliğin manevi alanda düştüğü sefalet diz boyu. Bunun sonucu olarak dini ideoloji, Kitab’ ı manifesto, Rasul’ü bir ideolog, tebliği propaganda, mübelliği propagandist, cihadı kavga, tefekkürü akıl yürütme, daveti çenebazlık gibi anladık ve anlattık. Bu İslimi değerleri çığırından çıkardığı­mız için, bir neslin hayatında devrim yapan bu şeyler, bizim hayatımızda bırakınız devrimi, küçük bir evrim bile yapmadı.

Eğitilmedik, öğrendik. Biri olmadan diğeri pek bir şeye yaramadı. Baktık ama göremedik; gördüğümüzü sandık. Bil­dik ama anlayamadık. Kazara anlamışsak yaşayamadık. Yaşadıysak ihlasa ulaşamadık. Bazen bilmediğimiz için, bazen de bilip anlayamadığımız için düşman olduk.

Dengesizliğin çağımızdaki bir diğer adı “Modern İslam”. Bir de Radikal İslam dedikleri bir din de var.  Aslında durum şundan ibaret; Yaşadıkları coğrafyaya, gündeme ve bunların getirdiği şartlara göre İslam’ı uyarlamaya kalkışmaları ve buna İslam demeleri. Şu imandır, bu imandır, İslam şu demektir. İslam şöyledir diyerek kendi tezlerini desteklemeye ya da meşrulaştırmaya çalışarak bir dengesizlik furyası hakim olmuştur. İslam’ın emir ve nehiyleri ağrına gidenler bu dini reddetmek yerine kendilerinin de kabullenebileceği bir hale getirdiler ve buna da İslam ve İman dediler. Aslında Allah (cc) 15 asır öncesinde bu gibi kimselere cevaben Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyurmuştur;

قُلْ أَتُعَلِّمُونَ اللَّهَ بِدِينِكُمْ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ ۚ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

De ki: “Siz Allah’a dininizi mi öğreteceksiniz? Oysa Allah, göklerde ve yerde olanları bilir. Allah, her şeyi bilendir.” (Hücurat/16)

Bu gibi girişimler İslam’ın anlaşılması ve yayılması için olduğunu ve buna benzer masumane cevaplarla süslenmektedir. Hâlbuki bu tutumun getirdiği dengesizliğin yeryüzünde sirayet etmediği yer kalmamıştır. Tabiata dahi sirayet eden bu dengesizlik insanlar arası ilişkilerde vahşet, anarşi, güvensizlik; insanın kendi benliğinde ise cevapsız sorular, psikoloji bozukluğu, dengesiz davranışlar, mutsuzluk ve bunların sonucu olarak otizm (içe kapanıklık), intihar, cinayet, fuhuş, olarak gözlemlenmektedir.

Altın dengenin iç dünyamız aleyhine bozulmasının teme­linde yatan sebeplerden bizi en fazla ilgilendiren üçüne değin­mek istiyorum. Bunlar: 1) Sözde Tevhid, 2) Faydasız Girişimler, 3) Kalpteki Duvarlar.

Bunları maddeler halinde, açarak ele alalım:

Sözde Tevhid

Tevhid anlayışındaki çarpıklık, İslam’ ın doğuş tarihini iyi değerlendirememekten, ona sağlıklı bakamamaktan kaynak­lanıyor.

Bilindiği üzere ‘Mekke dönemi’ ibadet ve muamelattan daha çok tevhid akidesinin yerleştirilmeye çalışıldığı dönem­dir. Dinin temeli olan akidenin tohumu bu dönemde kalplere yerleştirilmiştir. Saadet Asrını kendi mantığı içerisinde kavradığımızda bu yöntemin öylesi bir toplum için en geçerli yöntem olduğunu anlarız. Ne ki, bu dönemi kendi şartları ve özgün yapısı içinde doğru değerlendirememekten kaynakla­nan, kimi yönteme ilişkin sorunlar yaşanmıştır daha sonra­ları. Bugün de içimizde savunucularının bulunduğu çarpık bir tevhid anlayışı geliştirilmiştir. Bu çarpıklık, Asr-ı Saadetin kendine özgü şartlarını ve imkânlarını unutarak ‘İslamlaşma Süreci’ni aynen bu çağa taşımayı istemekten kaynaklanıyor.

Gerekçe şu: Bu dönem madem tamamıyla Mekke döne­mine tekabül ediyor, o halde böylesi bir dönemde yapılması gereken, Allah Rasulü’nün yaptığı gibi tevhid akidesini yerleş­tirmek; ahlak, muamelat ve eylemde o sırayı takip etmektir. Muamelat neyse ne ya, hele hele ahlakla, ihsanla, irfanla, nefis tezkiyesi ve ruh terbiyesiyle uğraşmak böylesi bir dönemde lüzumsuzdur. Tavır bu.

Tutalım tartışılabilir olan bu tezi ve bu üslubu doğru kabul edelim. Aynı mantıkla yola çıktığımız zaman şimdi okuyacağım şu kerim ayetlerin Mekke’de nazil oluşunu nasıl açıklayabiliriz? Unutulmamalı ki bu ayetler na­zil olduğu sırada daha şarap küpleri kırılmamış, tesettür farz olmamış, faiz yasaklanmamıştı. Birçok farizanın adı bile bilinmiyordu.

Devlet de yoktu ortalarda. “Devlet”! İyi müslüman olma­nın şartı saymak yerine bu ayetlerden yola çıkarak önce yü­rek devletini kurmak gerekiyor. Ayetlere dönelim; dinleye­lim müttakilerin vasıflarını:

كَانُوا قَلِيلًا مِنَ اللَّيْلِ مَا يَهْجَعُونَ

وَبِالْأَسْحَارِ هُمْ يَسْتَغْفِرُونَ

“Gece boyunca pek az uyurlar. Onlar, seher vakitlerinde is­tiğfar ederler. ” (Zariyat/17-18)

Baştaki “kanu” nakıs fiiline di’li geçmiş manası (uyurlardı) vermemiz gerekirdi gramatik açıdan. Ancak o zaman, geçmiş­teki birilerine hitap ediyor sanılabilirdi ayetler. Hâlbuki bunun hemen bir ayet üzerinde cennete giren müttaki müminin dünya hayatında yaptıkları hikâye edilmektedir; gece boyunca pek az uyumak ve seher vakitlerinde istiğfar etmek gibi eylemler de ittikanın, dolayısıyla cennetlik insanın vasıflarından addedilmektedir.

Evet, sen ey tevhidi ve akideyi ön plana alan arkadaşım! Mekke’de nazil olduğunda kuşku olmayan bu ayet senin “Mek­ke’nde” niçin hala nazil olmadı? Günahı en son ne zaman işlemiştik? Beş yıl önce? Yok, bir yıl? O da değil bir ay, değil bir hafta; yok, yok az önce! Evet, bu doğru. Hayatımızda günah aramak için öyle çok uzaklara gitmeye gerek olduğunu sanmı­yorum. Değil mi ki, kişi hiç günah işlemese, şu tuğyan selinin ortasında, toplumun fısk ve fücur makinası gibi çalıştığı bir or­tamda, ona sessiz kalarak yaşaması günah olarak yeter. Bu ko­nuda kuşkusu olanlar İslam’daki emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l­münker farizasının dayandığı nasları tekrar gözden geçirsinler.

Bu durumda “Allah’ın İstiğfar ediniz! emrine uyarak ve Zariyat’taki tavsiyeyi tutarak Rabbinin huzurunda havf ve haşyetle boyun bükerek son yaptığın istiğfar ne zamandı?” diye sorulsa ceva­bımız ne olurdu, bilmiyorum.

Allah Rasulünün ve sahabenin Mekke’sinde nazil olup da bizim Mekke’mizde hala nazil olmayan ayetleri okumaya de­vam edelim:

إِنَّ الَّذِينَ هُمْ مِنْ خَشْيَةِ رَبِّهِمْ مُشْفِقُونَ

“Gerçekten Rabblerine olan haşyetlerinden dolayı saygıyla korkanlar.”(Müminun/57)

Ayette geçen “haşyet” ve “saygıyla korkmak” bir ruh ha­lidir ki kitaplardan öğrenilmez; yaşayarak öğrenilir. Genelde “saygıyla korkanlar” manası verilen “muşfikün” teriminde bile denge bariz bir biçimde görünüyor. Birbirine zıt gibi gelen “saygı” ile “korku”, aslında ferdin Allah karşısındaki ruh ha­lini dengeleyen eşit iki ağırlık. Hemen sonraki ayetlerde bu denge kendini daha açık bir biçimde belli ediyor:

وَالَّذِينَ يُؤْتُونَ مَا آتَوْا وَقُلُوبُهُمْ وَجِلَةٌ أَنَّهُمْ إِلَىٰ رَبِّهِمْ رَاجِعُونَ

“Ve onlar Rabblerine döneceklerinden dolayı, verdiklerini kalpleri ürpererek verirler.” (Müminun/60)

Evet, vereceksiniz; ama vermiş olmanın sevinci, şımarıklığı ve gururu yerine dönüp bir de ürperti duyacaksınız; hem de ta yüreğinizde. Vermiş olmanın getirdiği “umudunuzu”, verdiğinizin kabulünden, amelinizin salih olup olmadığından emin olamamaktan gelen bir “korku” ile dengeleyeceksiniz. Eğer bu şekilde yapabilirsek, bir hayrı, hayırlı bir usul, hayırlı bir niyet ve hayırlı bir gaye için yapan “hayırlılar” dan olma­nın muştusu da Kur’an’dan:

أُولَٰئِكَ يُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ وَهُمْ لَهَا سَابِقُونَ

“İşte onlar hayırlarda yarışmaktadırlar ve onlar bundan do­layı öne geçmektedir.” (Müminun/61)

Bu Mekki ayetler “mü’minlerin gerçekten kurtulduğu” müjdesini verdikten sonra kurtulan mü’minlerin vasıflarını sayar:

الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ

وَالَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ

وَالَّذِينَ هُمْ لِأَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ

وَالَّذِينَ هُمْ عَلَىٰ صَلَوَاتِهِمْ يُحَافِظُونَ

“Onlar namazlarında huşu içinde olanlardır.

Onlar boş şeylerin tümünden yüz çeviren/erdir. Onlar zekatı yerine getirenlerdir. Ve onlar ırzlarını koruyanlardır. “

“Onlar emanetlerine ve verdikleri söze riayet edenlerdir. Onlar namazlarını koruyanlardır.” (Müminun/2-5 ve 8-9)

Evet devletli Medine’de değil devletsiz Mekke’de, yani aki­de ve tevhidin pekiştirildiği Mekke’de “boş şeylerden yüz çevir­mek” gibi, “emanete ve verilen söze riayet” gibi bizim, biz tevhid davetçilerinin, pek de önem vermediği konular işlenmekte.

Bu tavsiyelerin “devletli” değil ama “cemaatli” Mekke’de yapılıyor olması, öncelikle “Mekke devri-Medine devri” sü­recini aynen her çağda geçerli görenlerin dikkatini çekmesi gerekiyor. Usul tartışmalarından öte bilinmesi gereken bir şey var: Bu İlahi tavsiyelerin, iman çerçevesinin içini dolduran ih­san ve irfan’ a ulaşmanın işaret taşları olduğu gerçeği…

Bilelim ki, “rasul” olmadan önce de “emin” olan bir pey­gamberin ümmetiyiz. İmanını kaybetsen de eminlik vasfını kaybetmeyeceksin, fakat şunu da iyi bileceksin ki en büyük ihanet imana yapılan ihanettir. Eminlik vasfını kazanıp düş­manlarımızın ağzından tescil ettirmedikçe vicdan aynasında mü’min görünsek de toplum aynasında “mü’min” (emin olu­nan kimse) olamayacağız demektir.

Amelin değil imanın elbisesi, tevhidin süsü olan bu ila­hi tavsiyeleri aktarmayı sürdürerek tevhid anlayışımızı tashih edelim: Bu ayetler de Mekkeli:

Kur’ an’ ın eğittiği neslin Mekke’de muhatap olduğu bu ke­rim ayetleri kafamızdaki “tevhid” şablonuna uymuyor diye yok saymamız mümkün olmadığına göre, bunları Rabbani terbiyenin tevhitle doğrudan ilgili bir bölümü kabul etmemiz gerekecek. Okuduğum ayetlerde geçti bunlar: Gece boyunca pek az uyumak, seher vakitlerinde istiğfar etmek, Rabbleri karşısında havf ve haşyet duymak, verdiklerini kalpleri ürpe­rerek vermek, hayırda yarışmak ve öne geçmek, huşu içinde namaz kılmak, boş şeylerden yüz çevirmek, emanete ve veri­len söze riayet etmek, Allah’ ın, nefsine, yakınlarına, topluma ulaştırılmasını emrettiklerini ulaştırmak, hesabı verememek­ten korkmak, Rabbin rızasını istemek hususunda sabretmek, gizli açık infak etmek, kötülüğü iyilikle savmak…

Bütün bunların tevhitle doğrudan ilgili olmadığını kimse söyleyemez. Eğer bunu söylüyor ya da bu kanaati besliyorsak ve bundan dolayı da bu erdemleri önemsemiyor veya erteliyorsak, tevhidi doğru kavrayamamışız demektir. Çarpık tev­hid anlayışından kastımız işte budur.

Takva, irfan, ihsan gibi çeşitli kavramlarda ifadesini bu­lan iç zenginliğin elde edilmesi, fertteki tevhidi derinliğin bir tezahürüdür ve yürek devletini kurmak, bireysel süreçten top­lumsal sürece geçişin sağlıklı olabilmesi için, kaçınılmaz bir gerekliliktir.

Bu devlet yüreğe çekilen kelime-i tevhid bayrağıyla kurulmalıdır. Eğer bu bayrak dile çekilirse azalar bu kelimenin pratiği olan yaşantıyı yerine getirmekten aciz kalacaktır. Pratiğe geçirilmesi gereken amelleri incelemek ve nasıl yapıldığını öğrenmek yerine kelime-i tevhid bayrağı ile fethedilmiş yürek ülkesine sahip olmak gerekir. Gerisi hallolacaktır. O zaman ameller ağır gelmeyecek ve hikmetten yoksun bir girişim sebebince bu pratikler ruhsuz bir amel olmaktan çıkacaktır. Tevhid sözde değilde özde gerçekleştiğinde bütün çarpıklıklardan kurtuluş gerçekleşecektir.

Faydasız Girişimler

Bir İslam büyüğünün özlü ifadesiyle bu din “siyaseti iba­det, ibadeti siyaset” olan bir dindir. Bu nedenle ibadeti biçimsel anlamda alıp küçük bir alana tahsis ederek, kendisini böylesine dar anlamdaki bir ‘ibadet’ e adayanlardan, zalim ve fasık yöneticiler tarih boyunca hoşnut ve razı olmuşlardır. Hatta onlar ibadeti sokaklara, caddelere, kentlere taşımasın diye ayaklarına kadar gitmişler, ‘ibadet’i de kendileriyle birlikte kafese tıktıkları için, onları ödüllendirmişlerdir.

Tabi böylesine hayatın tüm alanlarını kapsamayan güdük bir ibadet anlayışı zalimlerin ekmeğine katık olmuş, birileri kalın duvarlar arkasında büyük cihad yaptığını sanırken, ümmetin tüm maddi manevi değerleri zorba yönetimler ve onların kapıkulları tarafından hoyratça yağmalanmış, kundaklanmış, talan edilmiştir.

Buna karşın, gelecekte İslami hareketin çekirdek kadrosunu oluşturması beklenen nesil, yukardakinin tam tersi bir tavırla dengeyi ters yönde bozmuş, dini siyasileştirmek gibi bir tepkiyle karşılık vermiştir.

İbadeti dar alana tahsis edip dini ibadileştirmek nasıl den­gesizlikse, dini ve dini değerleri çok boyutlu anlamlarından soyutlayıp siyasileştirmek de aynı şekilde dengesizliktir.

Bu bir tepkiydi. Her tepkinin taşıdığı zaafları bu da taşı­yordu. Bu tepkisel anlayışta her şey toplumsal düzlemde de­ğerlendiriliyordu. Öyle ki, herkes üçüncü şahıs kurtarmak­tan söz ediyordu. Kurtulması gerekenler bunu unutmuşlar kurtarıcılık peşine düşmüşlerdi. Bu, kendisinin kurtuldu­ğunu vehmetmek gibi peşin bir kanaatin ürünüydü. Eteği tutuşan itfaiyecilerin yangın söndürmeye koşması gibi bir şeydi. Kurtarmaktan kurtulmaya vakit bulamamaktaydı kurtarıcılar.

Oysa bizlere böyle bir görev verilmemişti, biz vehmet­miştik. Asıl ferdi sorumluluklarımızı unutup üstümüze la­zım olmayan, güç yetiremeyeceğimiz yükler altına girmiştik. Oysa ferdi kurtuluş, toplumsal kurtuluşun ilk ve en büyük şartıydı:

لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ يَحْفَظُونَهُ مِنْ أَمْرِ اللَّهِ ۗ إِنَّ اللَّهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّىٰ يُغَيِّرُوا مَا بِأَنْفُسِهِمْ ۗ وَإِذَا أَرَادَ اللَّهُ بِقَوْمٍ سُوءًا فَلَا مَرَدَّ لَهُ ۚ وَمَا لَهُمْ مِنْ دُونِهِ مِنْ وَالٍ

“Bir topluluk kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah da o toplulukta olanı değiştirmez.” (Rad/11)

Nefislerimizde olanı değiştirmek yerine üstümüze la­zım olmayan bir işe, toplumu değiştirmeye kalktık. Aslında bilemedik ki, toplumu değiştirmenin en kestirme yolu nefislerimizde olanı değiştirmekten geçer. İşte daha önce söz ettiğim ferdi düzenler nefislerimizde olandı. Onları yıkmak, onları kahretmek gerekiyordu.

Dış dünyaya pür dikkat kesilenler, iç dünyalarını, o dün­yadaki düşmanlarını, o dünyanın meselelerini unutmuşlardı.

Din siyasileştirilince siyaset de doğal olarak dinleşiyordu.

Parça bütüne tercih edildi ve “ahsen-i takvim” dengesi bozul­du. Artık din ideoloji, Peygamber ideolog, cihad kavga, tebliğ propaganda olmuştu. Bu tavır öyle uç noktalara götürülmüş­tü ki, kimi zaman, müslüman olmanın zorluğunu görüp çare­yi “İslamcı takılmak” ta bulanlar bile çıkabiliyordu.

Devrimin ilk coğrafyasının yürekler olduğu akla getirilmi­yordu. İçimizdeki tek kişilik düzenlere ve putlara, neye mal olursa olsun, laf söyletmezken dışımızdaki putlara ve düzenle­re karşı sıktığımız yumruk bir ‘şov’ a dönüşüyordu. Bilinmek istenmiyordu ki; şahsiyet olmadan cemaat, cemaat olmadan kadro, kadro olmadan kurum olmaz.

Yürek devrimini gerçekleştirip gönül coğrafyasını daru’l­ İslam edememiş bir insanı siyası başarısı ne kadar parlak olur­sa olsun, satın alırlar. Bir iç zaferle dengelenemezse, dışta ka­zanılan başarılar çabuk hezimete dönüşür. Bu acı gerçeği bu ümmet az mı yaşadı? Kurdunu içinde taşıyan gösterişli bir meyve gibi olan bu aldatıcı başarıların acı sonuçlarıyla dolu­dur bu mazlum ümmetin tarihi.

Memur beyler, bir gün İslamı çalışmalarıyla çevresine şöhret bulmuş birini satın almak ya da susturmak istedikleri zaman, o kişi hakkında tuttukları dosyaların “zaaf” hanesine bakacaklardır. Zaaf hanesinin maddelerini her çeşitten tutku­larınız, alışkanlıklarınız, tiryakilikleriniz oluşturur. Bu isterse bir sigara, isterse bir çay tiryakiliği olsun.

Zaafınız paraya, mala, makama, kadına mı? Verirler ve alırlar sizi. Bazen insan, bütün bir ömrünün hasılatını, tirya­kisi olduğu küçücük bir nesne karşılığında bile satabilir. Bu, şeytanın da mü’minlere karşı kullandığı ezeli bir taktiktir. Bi­ze kadar gelen meşhur rivayetlerde, başka şeye karşılık imanı nasıl satın almak istediğinin çarpıcı örnekleri anlatılır. Bu du­rumda, yapılan tüm şeyler boşa çıkacak (iflas), sonuçta hida­yet satılıp dalalet alınmış olacaktır:

كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْ ۖ وَعَسَىٰ أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ ۖ وَعَسَىٰ أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ ۗ وَاللَّهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ

”İşte bunlar hidayete karşılık dalaleti satın almışlardır, fakat bu alışverişleri bir yarar sağlamamıştır “(Bakara/216)

Zaafları, zevkleri, tutkuları hanesinde “Allah” yazmalı, Allah Rasulü” yazmalı, bunların sevgisi yazmalı, rıza ve hoşnut­luğu yazmalı. Verebiliyorlarsa versinler bunları; işte benliği­miz, versinler ve tepe tepe kullansınlar. Abdullah b. Ömer’in dediği gibi bizi Allah’la, bizi Rasulü’yle kandırsınlar.

Allah ordusu (cündullah)’nun gerçek sayısını öğrenmek is­teyen, kişilerin zaafları hanesinde ne yazdığına baksın. Tabii, kendi notunu bilmek isteyen de…

Gönlü tevhid ile yeşermemiş kimse için çözüm odaklı çalışmaların(!) tamamında tutarsızlık söz konusu olacaktır. Kendince çözüm ve metot belirlemeye kalkışacak olan bu kimse yukarıda örneğini vermiş olduğumuz faydasız girişimlerle hem kendini hem de çevresindekileri heba edecektir. Kendini düzeltemeyen ve ayakta tutamayan bir kimsenin etrafına fayda vermesinden bahsetmek yersiz olacaktır. Gerekli donanımın olmaması da duygusal davranmasına sebep olacaktır ki bu da metotsuz bir girişimle birçok yıkıma sebebiyet verecektir. Bu gibi tutarsızlıkların önüne kişi ancak kendisinden başlamakla geçebilir…

Kalpteki Duvarlar

Manevi dünyamızı olgunlaştırmak iddiasında olan kimi disiplinlerin ve ekollerin varlığı hepimizin malumu. Bu çev­relerin söz konusu işi ne kadar gerçekleştirebildikleri, güçleri, samimiyetleri, akidevi ve siyasi şuurları ayrı bir tartışma ko­nusu. Söz konusu çevrelerin tümünü aynı kefede değerlendir­mek haksızlık olur doğrusu.

Ne ki, genelde hu üslubu benimseyen kimi çevrelerin siya­si şuur bakımından bir sefalet ve hatta ara ara ihanet içerisin­de olduğu görülmekte. Bunlar içerisinden İslam düşmanı yö­netimleri meşrulaştırmak isteyenler çıkabilmekte.

Kimileri de “Bana değmeyen yılan bin yaşasın” felsefesine sarılarak ekolünün ve adamlarının selametini İslam’ın selametinden önde tutmakta. Hatta ‘büyük kurtarıcı’ olduğu iddia edilen ve din bakışı malum bir yöneticinin, cumhuriyetin ilk dönemlerin­de doğuda ‘destek’ karşılığı verdiği şeyhlik icazetnameleri o şeyhlerin halefleri tarafından hala saklanmaktadır.

Söz konusu kesimden kimileri, evrensel İslami hareket kar­şısında düşmandan daha düşmanca bir tavır takınabilmekte. Son yıllarda müslümanların sisteme entegrasyonu için sta­tüko, bu çevrelerin elinde “meşrep gayreti ne dönüşmekte, ümmet fertlerinin enerjileri heba edilmektedir. Din-eksenli değil de meşrep eksenli alınan bir terbiye sonucu, dinin değil meşrebin kurtuluşu esas alınmaktadır.

Bu olumsuzlukları daha da uzatmak mümkün. Ancak şu­nu iyi bilmek gerekir ki, kimi çevrelerin bazen hamakat ve cehaletten, bazen de İslam’ a ihanetten kaynaklanan bütün bu olumsuzlukları, İslam davasını omuzlama iddiasında olanla­rın edepsizleşmesini, terbiyesizleşmesini, ihsan, irfan ve takva yoksunluğunu meşrulaştıramaz.

Nefsi tezkiye ve terbiye etmek; Allah’ ı tesbih, tenzih, tah­mid ve zikretmek müslümanlar içerisinde belli bir zümrenin değil, Kur’ an’ a uyan herkesin şiarıdır.

Takva, huşu, ihsan, havf, haşyet, rikkat bir zümrenin değil Kur’ an’ ın ıstılahlarıdır. İslam’ ın “kâmil insan” modeline ulaş­manın reçetesi olan bu şiarlarını ekmek teknesi haline dönüş­türüp işletmeciliğini yapanlara karşı gösterilecek tavır, ihsanı, irfanı, ahlakı, zühdü, takvayı, zikri, tesbihi istiğfarı göz ardı etmek değildir; hele hele terk etmek hiç değildir.

Bu çarpıklığa karşı gösterilecek en akıllıca tepki, müttaki olmak, zahid olmak, abid olmak, arif ve fazıl olmaktan geçer.

Bu meziyetlere ulaşmak için sünepe olmaya, uyuşuk ve pısırık olmaya gerek olmadığını, uzlaşmacılık ve taviz kârlıkla bunla­rın bir ilgisinin bulunmadığını ispatlamak, bu işin istismarını yapan çevrelerin tekelini, söz konusu meziyetlere sahip çıkarak kırmak gerekmektedir.

Bir kesimin yanlışları bir başka kesimin fazileti değildir.

Tatlı su İslamcılığının kimseye bir yarar sağlamadığı anlaşıl­malı artık. Duvarların yıkıldığı bir çağda mü’minin kalbin­deki ve zihnindeki duvarlara bir gerekçe bulması biraz zor olacaktır.

Haydi, bunları yıkmaya çalışalım. Bir seferberlik başla­talım. Herkes kendi gönlünün çöle dönen uçsuz bucaksız coğrafyasını yeşertmek için katılsın bu seferberliğe. Yüreğine sahip çıkamayanın yüreği işgal olunacaktır. Bilelim ki yürek bir “imkân”dır. Teknolojinin değil Allah’ ın bir harikasıdır. Onu tam kapasite kullanabilmenin yollarını öğrendiğimiz gün sığlıktan kurtulup derinleşeceğiz, zenginleşeceğiz.

“Arif” olmadan “âlim”, “müttaki” olmadan “mücahid” olunamayacağını bilmemiz gerekiyor. Yüreğe hangi güç hâkimse, o bedene de tüm fonksiyonlarıyla birlikte “o güç” hâkimdir. İşgal olunmuş bir yüreğin sahibinin hürlük iddiası beylik bir iddiadır. Kişi gönlünü neye kaptırmışsa gözü onda olacaktır. Kişi gönlünü kime kaptırmışsa yüzü de on dönük olacaktır, başka değil.

Eğer kalpte yıkılması gereken bu duvarlar yıkılmamışsa, o duvar daha da sağlamlaşacak ve yıkması bir hayli zor olacaktır. Çünkü gönlünü kaptırdığı şeye doğru yüzünü çevirdiği gibi aynı zamanda onu muhafaza etmek için de çaba harcayacaktır. Böylelikle batıl olan şeyler uğrunda hak için mücadele edercesine kendisini paralayacak ve ömrünü heba edecektir. E tabii ki bunu da doğru yolda olduğunu düşünerek ve yaptıklarını doğru kabul ederek yerine getirecektir ki bu durum değişimi zorlaştıran bir diğer etkendir.

YÜREK ÜLKESİNİN FETHİ İÇİN GERELİ UNSURLAR

İç zenginliğin İslam söz dağarcığındaki karşılığı olan irfan, ihsan ve takvanın gramatik ve semantik anlamları üzerinde uzun uzadıya durmak istemiyorum. “Tarif” edilen her şey gibi bu değerlerin de zihnimizin dar kalıplarında dondurulup ‘tahrif” edileceğinden korkuyorum.

Tarif ettiğimizi tahrif etmekte ustalaştık biz. Bilgisine sa­hip olduğumuz bir şeyin kendisine de sahip olduğumuzu zan­nediyoruz. Bunu bazen cehaletimizden, çoğunlukla da uyanıklığımızdan yapıyoruz.

Değil, doğru değil. Bir şeyin bilgisini elde etmekle kendi­sini elde etmek arasında sınırsız fark var. Yaşanmadıkça anla­şılamayacak bir dünyayı tarif etmek, balı kavanozun dışından yalatmaktır, bunu biliyorum. Bu yüzden de söz konusu kav­ramların ‘bilgisi’ üzerinde değil, amelin ‘salih’ olmasını sağla­yan irfan, ihsan ve takvanın kazanılmasında etken olan dina­mikler üzerinde duracağım.

Bu unsurlardan ilki yukarıdan beri yeri geldikçe değin­diğimiz kalp, yani merkez. Küçük evren olan insanın baş­kenti…

İkincisi, iç zenginliğin elde edilmesinde merkezden sonra gelen mevsim; özellikle gece…

Üçüncüsü, bu merkezin elverişli hale getirilmesinde önemli bir unsur olan iklim; hüzün ve gözyaşı…

Dördüncüsü ise, söz konusu merkezin uygun iklim ve mevsim ekilince verebileceği en soylu meyve; sevgi…

MERKEZ

Kalp:

“Vücutta bir et parçası vardır. O bozulursa bütün vücut bozulur. O, kalptir.”

Buhari’nin naklettiği bu haberden de anlaşılacağı gibi ya­ratılış bakımından paktır kalp. Ancak vücut ülkesinin başken­ti olduğundan dolayı iman, ruh gibi dostlar da, şeytan, nefis gibi düşmanlar da orada örgütlenmeye çalışır.

Devrimler, ihtilaller orada olur. Bu uçsuz bucaksız ülkenin en çarpıcı özelliği adında gizlidir: Kalp; yani değişken olan; halden hale giren; özetle, “dönek”… Bir kararda durmaması, gördüğüne akması, bir su gibi içine girdiği şeyin şeklini, bu­kalemun gibi içine girdiği ortamın rengini yansıtması ona bu ismin verilmesine neden olmuştur. Devrim, eskimez tanımıy­la ‘inkılap’ da kalple aynı kökten gelmiyor mu zaten?

Yeri neresi mi? Ne önemi var bunun? İçimizdeki sonsuz­luğu katletmişsek, yerini bilip bilmemek neyi değiştirir? Yok, eğer yaşıyorsa, o sizi kendisinden haberdir edecektir. Onun yaşaması kan pompalaması değil asıl olan işlevini asli görevini yerine getirmesidir. Merkez oluşuna yakışır şekilde hareket etmektir ki; o da Tevhidi esaslara göre çarpması inkılap etmesidir.

YÜREK ÜLKESİ

Dünyanın bu en büyük ülkesine sahip olabilmek için, önce böylesine müthiş bir imkânın farkında olmak gerek.

İçimizdeki sınırsız ve sınıfsız coğrafyanın varlığından ha­berdar olmak gerek. Kur’ an’ ın iniş biçimi ve yeri konu­sundaki tartışmalarda kimi âlimler “arş” ı kalp olarak kabul ederler. Bu görüşü kalp konusundaki kimi ayetler de des­teklemiyor değil.

‘Mekânız’ a mekân olabilen kalp, insana şahdamarından daha yakın olan Allah’ı konuk edecek kapasitede yaratıl­mıştır.

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ ۖ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

“Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakı­nız.” (Kaf/16)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ ۖ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ

 

“Biliniz ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten O’na götürülüp toplanacaksınız.” (Enfal/24)

Evet, bu müthiş mekân Allah’ a tahsis edilip beytullah ve arşullah kılınmamışsa imkan zayi edilmiş demektir. Seyrini şöyle der:

Yere çakan iki çatal kazığı

İkiden birine eyler yazığı

Allah bir göğüste iki kalp yaratmadığına (Ahzab, 4) göre bir kalp ya Allah’ a tahsis edilmiştir ya da gayrıya. Eğer Al­lah’tan gayrıya tahsis edilmişse bu durumda beytullah değil beytülmakam, beytülmal beytüşşehvet; beytünnefs ve hatta beytüşşeytan olur.

İnsanların önce yüreklerinden vurulduğu öylesine bir top­lumda, İslami hareket, yürek ülkesini kurabilmiş kaç er çıkar­tabilecektir?

كَلَّا ۖ بَلْ ۜ رَانَ عَلَىٰ قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

“Değil, başkası değil, onların işlediği günahlar karartmıştır kalplerini.” (Mutaffifin/ 14)

Bu karayı, bu pası temizlemek elbet kolay olmayacaktır.

Nasıl temizlensin ki? En çok kullandığımız organlar el, kafa ve kalb. Bunlar içerisinde de en çok kullanılan, kalbdir. Elimi­zi bir kaç ay yıkamadığımızı düşünelim. Tiksindiniz değil mi? Ya ondan çok daha fazla kullandığımız kalb? Onun kirliliğini varın siz hesab edin. Bu kirlilik, kalbi sonunda öyle bir nokta­ya getiriyor ki, kalb taşlaşıyor, katılaşıyor, duyarsızlaşıyor. İşte bunun Kur’ anı ifadesi:

ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذَٰلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ أَوْ أَشَدُّ قَسْوَةً ۚ وَإِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْأَنْهَارُ ۚ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاءُ ۚ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ ۗ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

“Sonra kalbleriniz yine katılaştı, taş gibi, hatta daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır; öyleleri vardır ki yarılır, ortasından sular çağlar; öyleleri de var­dır ki Allah korkusuyla yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gafil değildir.” (Bakara/74)

Bu gerçek, şairin dilinde ifadesini şöyle buluyordu:

Taş taş değil bağrındır taş senin

Nereni nasıl yaksın söyle bu ateş senin

Bir katılıktır dinamit söker mi yürekleri

Başın bir kez bu kalbe değmesin ey taş senin

Kazmayı kayalara değil kalblere vur ey

Ferhat niçindir kırdığın bunca taş senin?

Bir yeri ele geçirmek için merkezin kontrol altına alınması şarttır. Zira orası başkent, karar verme yeri ve varlığın temeli mesabesindedir. Eğer orası kaybedilirse kontrol elden gider ve işgal gerçekleşir. Çünkü yönetim merkezdedir. Sığınak ve aynı zamanda o bölgenin temsili olan yerdir. Kalpte böyledir, davranışların, sözlerin, bakışların temsilidir. Merkezin azaları, merkezi yansıtır. Merkezi tanıtan onun azaları ve o azaların işlevidir. Bir beldenin temiz olduğunu gördüğümüzde bile oranın halkının temiz olduğunu söylemeden önce o beldenin merkezinin çalıştığını ve temiz olduğunu söyleriz. İnsanın merkezi olan kalp ele geçirilir ve kirli ellerle temas edilirse artık her şey değişecek ve kirli ellerin lekesi her yere bulaşıp yaşanılabilir bir yer olmaktan çıkacaktır. Adeta etrafa virüs saçan ve pisliklerden kurtulamayıp sağlıklı hayata yabancılaşan bir merkez haline gelir.

Kalp katılığı rahmet kıtlığıyla doğrudan ilgili bir olay ol­masaydı üzerinde bu kadar durmazdık:

فَبِمَا نَقْضِهِمْ مِيثَاقَهُمْ لَعَنَّاهُمْ وَجَعَلْنَا قُلُوبَهُمْ قَاسِيَةً ۖ يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِهِ ۙ وَنَسُوا حَظًّا مِمَّا ذُكِّرُوا بِهِ ۚ وَلَا تَزَالُ تَطَّلِعُ عَلَىٰ خَائِنَةٍ مِنْهُمْ إِلَّا قَلِيلًا مِنْهُمْ ۖ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاصْفَحْ ۚ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ

“Sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalblerini kaskatı yaptık.” (Maide/13)

 

Kalb katılığının illeti olarak lanetlenmenin gösterilmesi oldukça ürpertici.

Kalbler aynı zamanda sınanıyor. Küçük kâinat olan insa­nın bu müthiş dünyası her an sınanmakta ve fitnelerle kar­şı karşıya kalmakta. Kur’ an, “Allah’ın takva için kalblerini sınadığı kimselerden söz etmekte. Hele gündüzü olmayan bir geceyi yüreğe zimmetlemek demeye gelen “kasvet”, sonunda hidayetin, kalbin yakıtı olan hidayetin tümden kesilmesine neden oluyor:

 “…Allah kalblerini mühürledi…” (Bakara/7; En’am/46)

Artık dosya kapanmış, mühürlenmiş ve imzalanmıştır, Vurandan başkası çözemeyecektir o mührü. Katılık kalbin felaketi, mühürlenmekse kıyametidir. Kalb gibi mükemmel bir coğrafyayı elden kaçıran devlet kuşunu elden uçurmuş demektir. Bu duruma düşmemenin en garantili yolu “içerdeki savaş”tır.

İÇERDEKİ SAVAŞ

İnsan hayatında her savaş fani, iç savaş bakidir. Çünkü her düşmanın bir gün dost olma ihtimali vardır da şeytanın insana dost olmasının imkân ve ihtimali yoktur.

Şeytan, savaşı önce yüreğinde kaybetti, ardından cennetini kaybetti. Cenneti kaybetmenin faturasını kendisine değil Allah’ a ve insana çıkarttı:

قَالَ فَبِمَا أَغْوَيْتَنِي لَأَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقِيمَ

“Madem öyle, senin beni azdırdığın gibi ben de onları (azdırmak) için senin dosdoğru yoluna oturacağım. ” (Araf/16)

Şeytan, ayette de belirtildiği gibi sırat-ı müstakim üzerine, doğru yola eğri oturmuştur. İnsanın da doğru yolda olması yetmemektedir. Doğru yolda doğru yürümesi gerekmektedir. Evet, şimdi de şeytan insana açtığı cepheleri sayıyor:

ثُمَّ لَآتِيَنَّهُمْ مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ أَيْمَانِهِمْ وَعَنْ شَمَائِلِهِمْ ۖ وَلَا تَجِدُ أَكْثَرَهُمْ شَاكِرِينَ

“Sonra da muhakkak onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın. ” (Araf/17)

Savaşın boyutları düşmanın kini ve gücü oranında büyüyecektir. Şeytanınki bir kuyruk acısıdır. Bu acı yeniden diriliş gününe kadar (Araf/14) dinecek değildir. Bu azılı ve apaçık düş­man, insana öylesine çok cepheden saldırı­ya geçmiştir ki, insanın bu hiç uyumayan ve tatil yapmayan düşmana karşı çok uyanık olması ve ömürlük bir iç savaş başlatması gerekmekte.

Önlerden gelmesi insana dengeyi dünya aleyhine bozdur­mak için, insanı kendisine verilmiş emanet olan dünyadan soyutlamak için. Klasik yorumlar da bunu güçlendiriyor.

Arkadan gelmesi, kalleşçe gelmesi; insanın dengesini ahiret aleyhine ve dünya lehine bozmak için; malı, kadını, evladı, makamı ve diğer dünyalıkları süsleyip püsleyerek sevimli gös­termek için. Sollardan gelmesi; soldan değil, sollardan; yasak­lara, haramlara meylettirmesi; ezeli ve ebedi düşmanı olan in­sana Allah’ ın koyduğu sınırları çiğnetmesi, bunu yaparken de çok cici bahaneler bulup insandan yanaymış gibi görünmesi:

فَوَسْوَسَ لَهُمَا الشَّيْطَانُ لِيُبْدِيَ لَهُمَا مَا وُورِيَ عَنْهُمَا مِنْ سَوْآتِهِمَا وَقَالَ مَا نَهَاكُمَا رَبُّكُمَا عَنْ هَٰذِهِ الشَّجَرَةِ إِلَّا أَنْ تَكُونَا مَلَكَيْنِ أَوْ تَكُونَا مِنَ الْخَالِدِينَ

وَقَاسَمَهُمَا إِنِّي لَكُمَا لَمِنَ النَّاصِحِينَ

“Rabbinizin size bu iki ağacı yasaklaması, yalnızca sizin iki melek olmamanız ya da (cennette) ebedi yaşayanlardan olma­manız içindir ve “gerçekten ben size öğüt verenlerdenim” diye de yemin etti.” (Araf/20-21)

Sağlardan gelmesi…

En tehlikelisi de bu galiba. İnsanın güzel eylemlerini, hase­natını “salih amel” e dönüştürmemek için kibir, gurur, riya gi­bi parazitlerle bozması. Çalışıp çabaladığı halde insanın eline bir şey geçmemesi, yani tam anlamıyla iflasa sürüklenmesi. En yararlı eylemlerin içine attığı mikroplarla onları sahibi için en zararlı bir hale getirmesi. Bütün bunları yaparken “sürekli kötülüğü emreden” (Yusuf/53) nefsi yardımcı olarak kullanması, kötü işlerine, pis işlerine onu koşturması… Dahası, yeryüzün­deki dostlarını, evliyasını (Araf/27), ”Allah’ı bı­rakıp şeytanları veli edinenler(Araf/30)’i kendi aralarında örgüt­leyerek bir şeytan partisi (Hizbuş-Şeytan) kurması ve o parti aracılığıyla müminler üzerinde şeytani bir siyaset yürütmesi, onları gütmesi, onları sürüleştirmesi…

Evet, içten ve dıştan böylesine örgütlü, böylesine çok yön­lü bir düşmanın ilk ve son hedefi kişinin imanıdır; dolayısıy­la imanın merkezi olan kalbidir. Bu düşmanlar kalbi imanın başına yıkmaya, orayı insanın ebedi mutluluğuna yardımcı olamayan mal, makam gibi şeylerle doldurmaya çalışırlar.

Şu durumda vakit geçirmeden bir iç savaş başlatmalı. Bu savaşın ömrü bir kaç ay, ya da bir kaç yıl değil, bir ömür ol­malı. Sürekli saldırı altında ezilen imanı ve onun merkezini bu saldırılardan kurtarmalı ve korumalı, orayı kurtarılmış bölge haline getirmeli ve imanın hâkimiyetini ilan etmeli o bölgede.

Salih amelden muhafızlar, nöbetçiler dikmeli; içimizin ahalisini ayaklandırmalı ve önce içimizin dünyasında fitne kalmayıncaya, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar sürmeli bu savaş. Ondan sonra da orada kurulan “yürek ülkesi”ni bilek­lere, topraklara, coğrafyalara taşımalı.

Esaret içimizde…

Bizi önce yüreklerimizde tutsak ettiler. İşgal altındaki bir yürekle, işgal altındaki bir kafayla, hangi toprak parçasını kur­tarmaya gideceksiniz? İmanları yüreklere mahkûm etmişler. Yeryüzünün müstekbirleri bizi önce yüreklerimizden vurmuş­lar. Öyle olunca elimiz imanın iktidarından çıkmış; gözümüz, kulağımız, zihnimiz, şuurumuz imanın iktidarından çıkmış. Bu organlarımız imanın egemenliği altındaki hürriyetlerini kaybetmişler. İmanımızın iktidarını elinden almışlar, hadım­laştırmışlar onu. İmana site olma istidadında yaratılan kalbi­miz imana mahbes, imana makber olmuş. “Din bir vicdan işidir,” sloganıyla yola çıkan iman düşmanları, kültürleriyle, eğitimleriyle, medyalarıyla, şeytanca oyunlarıyla koca bir devi Alaaddin’ in lambasına geri sokmayı başarabilmişler.

Onlar bilmekteler imanın gücünü. Bilirler; o zorla tıkıldığı yerden çıktı mı bir, kimse zapt edemez onu. Bu nedenle, onu mahkûm etmek için ne lazımsa onu yaparlar, hiç bir şeytani fedakârlıktan kaçınmazlar. İmana sıradan zincirler vurmazlar. O, zincirler altındandır, gösterişlidir, sanat eseridir, hatta ba­zen teknolojinin en son harikasıdır; şeffaftır.

Onu fark edecek kadar basiretiniz varsa bu kez de onun tutsaklık zinciri değil, yüce efendilerin hediye ettiği bir kolye olduğuna inandırmaya çalışırlar sizi. Kendilerine heva ve he­ves adına hizmet etmeyeni “dava” adına, “hizmet” aşkına ve hatta “din” adına hizmet ettirirler. Sağmayı, binmeyi ve yük vurmayı iyi bilirler onlar.

Eğer görünen ve görünmeyeniyle, “değerli” ve değer­siziyle imanımıza vurulan tüm zincirleri kırabiliyorsak; o zaman iman gözümüze fer, gönlümüze nur, dizimize der­man, dilimize ferman olacaktır. Yani, özetle iman, “iman” olacaktır.

Kirlilik içimizde. Önce içimizi, sonra havayı kirlettiler. İçi­mizin çevrecileri de yok. Havayı ve çevreyi temizlemeyi başar­salar da içimizi temizlemek için harekete geçmeyecek onlar, aksine daha da kirletecekler; sistemleriyle, eğitimleriyle, ileti­şim araçlarıyla, kültürleriyle, ikonlarıyla, sanemleriyle, vesen­leriyle kirletecekler. Eğer biz kendi düzenimizi kuramazsak, onlar kendi düzensiz düzenlerini yüreğimize kadar sokacak­lar. Asıl felaket o zaman başlayacak.

Zorla kurdukları, ezerek, yakıp-yıkarak, asıp-keserek kur­dukları düzenlerden korkmayınız. Korkmayınız, çünkü ‘Zul­metmekte olanlar, nasıl bir inkılaba uğrayıp devrilecek/erini za­manı gelince bileceklerdir. ” (Şuara/227) Asıl korkulacak şey, bu düzenlerini kalbimize kadar sokmalarıdır, vücudun başkenti­ni işgal edip ele, ayağa, göze, kulağa, başa, bileğe hükmetme­leri, bütün bunları kendilerine hizmet ettirmeleridir. Örneğin kapitalizm adı verilen zulmün ekonomiyi yönlendirmesinden korkmuyorum, asıl korkum bu mikrobun yüreklerimize ka­dar yayılıp ahlakımıza, düşüncemize, eylemlerimize, tavırları­mıza yansıması.

Olmadı mı, olmuyor mu? Yok, mu dini İslam olup da ahlakı kapitalist olan? Yok mu İslam akidesini benimsediği halde kapitalizm ahlakıyla mütehallık olan? Kim bilir, tavır ve davranışlarımız iyi tahlil edildiğinde belki bizler de bu sınıfa gi­reriz. Mesela birbirimizi harcama, hem de bozuk para gibi harcama alışkanlığı, sevgiyi, ilgiyi, taraftarlığı, bilgiyi, sami­miyeti hülasa dini ve ahlakı birçok şeyi tüketime elverişli hale getirme becerikliliği. İslam’ ın, ulvi amaçların gerçekleşmesi için koyduğu kimi kuralları karlı bir yatırıma dönüştürme ar­zuları. İnsanı, insanımızı ve hatta kendimizi bir anamal gibi kullanma talihsizliği. Bir hayat kitabı olan Kur’ an’ ı, bir hayat düsturu olan İslam’ ı ve bir hayat olan Peygamber’ i sermaye edip bir işportacı gibi tezgâhlama uyanıklığı…

İşte asıl korkulması gereken budur, bunlardır. Onlar dü­zenlerini ta yüreğimize kadar sokmak için her yolu deniyorlar. Fakat böylesi bir işgale biz müslümanlar asla razı olmamalıyız. Yürek işgaliyesi olarak ödemeyi vadettikleri dünyalıkları ye­rinde ve sırasında yüzlerine çalmayı bilmeliyiz. İmanımızın pislik içerisinde kıvranmasına, esaret altında inlemesine, ikti­darının elinden alınmasına sessiz kalmamalıyız. Reddetmeli­yiz şirkin her türünü. Şirkin içerisindeki hak bizi aldatmama­lı. Bilmeliyiz ki şirk, kavram olarak, içinde hak bulunan batıl anlamına gelir; içinden ‘hakk’ ı alınmış batıla şirk değil ilhad derler. Ve reddetmeliyiz tüm sahte ilahları. Rabbimiz yetmeli bize. Kur’ an da öyle sormuyor mu: “Allah kuluna yetmez mi?” (Zümer/36) Yeter, yeter elbet. Eğer böyle yaparsak imanımız hür­leşecek, hürleştikçe gürleşecek.

Bunu, yüreğimizi ırmak gibi çağlattığımız gözyaşlarıyla yıkayarak yapacağız. Fikirle, zikirle, şükürle, irfanla, ihsanla, takvayla yapacağız, duayla yapacağız.

Evet, duayla, o ki varlık sebebimiz:

قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ ۖ فَقَدْ كَذَّبْتُمْ فَسَوْفَ يَكُونُ لِزَامًا

“De ki onlara: Duanız olmadıktan sonra Rabbim sizi ne yapsın?” (Furkan/77)

Dua bir davettir, bir çağrıdır. Usulüne uygun yapılırsa o çağrıya icabet edilir. Birçoğumuz bırakınız duayı, bilmeden kendisine beddua ediyor. Nasıl mı? Şeytanı işlerine karıştı­rarak, yürek sinyallerini vesvese adlı parazitle bozarak, daha doğrusu şeytanın böyle yapmasına izin vererek.

Evet, yukarıda sayılan erdemlere ulaştığımız vakit ‘devrim’ içimizde gerçekleşecek, yürek ülkemize iman hâkim olacak; yani daru’l-İslam olacak yüreğimiz. Sınırsız ve sınıfsız yürek devletimizde, bir ferdi dışarıda kalmamacasına konuk edece­ğiz İslam ümmetini.

Böylece önce içimizde oluşturacağız vahdeti. Vahdet taciri değil gerçek muvahhid olacağız ve Allah’a layık bir hale ge­lecek yüreğimiz. ”Kuluna şah damarından daha yakın olan”: “buyur!” edeceğiz. “Ey mekândan münezzeh olan! Senin için istiğfarımla temizleyip, gözyaşımla yıkayıp, zikir ve tespihle süsleyip, ilim, irfan ve hikmetle döşeyip, takva ve ihsanla ay­dınlattığım yüreğime buyur.” diyeceğiz.

Elbette Allah o zaman rahmetiyle buyuracak, mağfiretiyle buyuracak, sekinetiyle buyuracak, tecellisiyle doyuracaktır. Asıl o zaman gerçekleşecek selim kalb; içimizdeki fırtına taşa dönüşmemiş sükünet bulacak; böyle gerçekleşecektir:

الَّذِينَ آمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللَّهِ ۗ أَلَا بِذِكْرِ اللَّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

“Onlar iman etmişlerdir ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşur. Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura erebilirler.(Rad/28)

İşte bu iç savaşın zaferidir. Artık yürek devleti kurulmuş­tur. Onu kurmak bir savaşı gerektiriyorsa, korumak ve dışarı taşımak bin savaş ister. Durmak isteseniz de duramazsınız ar­tık. İçinizdeki saadetin öbür adı olan yürek ülkesini, yaşadığı­nız. Dünyaya hâkim kılmak için gerekli olan eylemleri yüreği­niz size danışmayacaktır bile. Organlarınız ona muhalefet etse de, aklınız onu onaylamasa da, o kendine özgü yöntemlerle ve imkânlarla gerçekleştirecektir görevini. Biliyorsunuz; gönül ferman dinlemez.

Yüreğe özgü imkânların başında, dünyanın en hassas ve gelişmiş radarı diyebileceğiniz, basiret ve feraset gelir. Herkesin bildiği gözler dışında bir gözden daha söz eden Kitab’ın diline kulak verelim:

أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا أَوْ آذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا ۖ فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلَٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ

“Gerçek şu ki gözler kör olmaz; ancak göğüslerdeki kalpler kör olur. “(Hac/46)

Bu vericinizle, uzaklığı ne olursa olsun bir dostunuza mu­habbet sinyalleri göndereceksiniz. İrtidadın ve nifakın tabiat haline geldiği bir toplumda gerçek mü’mini bu radarlarınız­la tanıyacaksınız. Bununla okuyacaksınız Allah’ın evrende­ki ayetlerini (Zariyat/20), nefislerinizdeki ayetlerini (Zariyat/21) ve onların bilgisine sahip olacaksınız. Bu bilgiyi “kitab-ı mes­tur” un ayetleriyle çakıştırarak hikmeti bulacaksınız. Bile­ceksiniz ki;

يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ ۚ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا ۗ وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُولُو الْأَلْبَابِ

“Kime hikmetten bir pay verilmişse ona çok hayır verilmiştir.” (Bakara/269)

İşte o zaman, nicedir yayınını durduran yüreğiniz başlaya­cak yayın yapmaya. İçinizdeki dünyanın en hassas radarları, göğün ve yerin sevap görüntülerini yakalayarak kaydedecek yürek arşivinize. O zaman, yalnız bilmeyip anlayacak (irfan), yalnız bakmayıp göreceksiniz (basiret).

Her ayet içinizde yeni bir ufuk açacak. “Allah’ın göğsüne bir inşirah verdiği, Rabbinden bir nur üzere olan” (Zümer/22) biri olacaksınız. En gelişmiş telsizlere, telefonlara, teleks ve tele­fakslara ve tele’yle başlayan daha ne varsa bütün hepsine taş çıkartan bu imkânı işler duruma getireceksiniz. Rabbinizle aranızdaki ilişkiyi o hassas cihazla kontrol edeceksiniz. O sizi sürekli uyaracak, otokontrol görevi yapacak.

Karıncanın ayak seslerinden daha usul gelen şirki duya­cak, tüm maharetlerini kullanarak ve maskelerini takarak ge­len nifakı bu radarla tanıyacaksınız. Kulağınıza Rabbinizin adı geldiği zaman onun ibresi oynayıverecek; Allah’ın ayetleri okunduğu zaman elmastan bir duvara toslamış gibi ‘zınk’ diye olduğunuz yerde durduracak sizi:

إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللَّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَإِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ آيَاتُهُ زَادَتْهُمْ إِيمَانًا وَعَلَىٰ رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ

“Müminler o kimselerdir k. Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğu zaman imanları artar ve Rabblerine tevekkül ederler.” (Enfal/2)

Şüphesiz ki bu içerdeki savaş şeytana ve kişinin kendi nefsine karşı verdiği savaştır. Allah Rasulu (sav), Tirmizi’de geçen bir hadiste en hakiki mücahidi, kötülüğü emreden nefse karşı savaş açan kimse olarak tanıtmıştır. Bu savaş kılıç ve kalkan ile değil ilim ile verilir. İlim bizi Allah’a kulluğa davet eder ve bunu öğretir. Dolaysıyla içerde verilen savaşın galibiyet parolası; “Allah’a kulluk” tur.  Şeytan ve nefis ancak böyle alt edilir ve kişi yüceliğe galibiyete ancak böyle kavuşabilir. Zira Allah (cc) Peygamberine (sav) şöyle emretmiştir;

وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّىٰ يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ

“Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine kulluk et!”(Hicr/99)

MEVSİM

Geceyi Aydınlatmak

Gecesini diriltemeyenin gündüzü de ölmüştür. Gündüzün yiğidi olmak, gecenin abidi olmaktan geçer.

İç zenginliğin elde edilmesinde merkezden sonra ikinci önemli faktör mevsim(zaman)dir. Elbet geceler de gündüzler de Al­lah’ındır. Ne ki iç zenginliğin elde edilmesinde en müsait mevsim olan geceyi kazanmamız gerekiyor. Çünkü gökler gece vakti sıyırırlar duvaklarını. Gece, amellerin Allah katına arz e­dildiği müstesna zamandır.

Modern zaman anlayışıyla İslam’ ın zaman anlayışı taban tabana zıt. Bu zıtlık, zamanı kullanmada da kendini göste­riyor. Allah, Kur’ arıda çeşitli zaman parçaları üzerine yemin eder; “ve’l-asr, ve’l-leyl, ve’s-subh, ve’d-duha” [Asra, geceye, sabaha, kuşluğa yemin olsun] gibi.

Bu yeminler, zamanın izzetinin ilahi dille tescilidir. Za­man azizdir, ne kadar çok olursa olsun değerinden bir şey kay­betmez. Aynen su gibi. Zaman hayattır; zamanı israf hayatı israf, yani intihardır. Hayatını bozuk para gibi harcayanlara Allah’tan umut kesmemelerini tavsiye eden ayet ”…nefislerini israf edenler.” (Zümer/53) tasvirini yapar.

Çağdaş zaman anlayışı ünlü tabirle akşamcıdır, yaratılışın doğasına aykırıdır. Allah’ ın belli maksada mebni olarak yarat­tığı geceyi amacının dışında hovardaca kullanmak, modern insanın tabiatı haline getirildi.

İslami anlayışta zaman, doğasına en elverişli biçimde kul­lanılır. Mü’min, üzerine güneşi doğdurmaz, güneşin üzerine kendisi doğar. Zamanı kullanmada İslam, tabir caizse sabahçı­dır. Bu nedenle, sabahın diriltici dinginliğinden en çok müs­lümanlar yararlanır. Ben Allah Rasulü’nden gelen rivayetlerde “yatsıdan sonra Rasulullah’la oturup konuşurken… ” gibi riva­yetlere pek rastlamadım. Aksine Buhari, Evkatu’s-Salat babın­da Ebu Berze’den, Allah Rasulü’ nün yatsıdan sonra mecbur kalmadıkça konuşmayıp istirahate çekildiğini, bundan hoş­lanmadıklarını nakletmekte.

Gece ve Kur’an

إِنَّا أَنْزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةٍ مُبَارَكَةٍ ۚ إِنَّا كُنَّا مُنْذِرِينَ

“Kuşkusuz biz onu mübarek bir gecede indirdik. “(Duhan/3) Gece, Allah’ın üzerine yemin ettiği vakitlerden biri. Kur’an, bir gece vakti indiğini ifşa ediyor bizlere. Kadirbir gecenin adıdır ki ad olduğu geceyi gecelerin efendisi yapmıştır.

Miraç da gecenin armağanlarındandır, bir gece vakti vuku bulmuştur. İnsan neslinin erebileceği en yüce rüt­beye bir gece vakti ermişti evrenin efendisi.

لَيْسُوا سَوَاءً ۗ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ أُمَّةٌ قَائِمَةٌ يَتْلُونَ آيَاتِ اللَّهِ آنَاءَ اللَّيْلِ وَهُمْ يَسْجُدُونَ

Gecenin ümmete getirdiği hediyelerden biri de Hicret“. Kur’ an; “Gece saatlerinde ayakta durup Allah’ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanan topluluk… “(Al-i İmran/113) ‘u kitab ehli içe­risinde ayrıca anmış, onların diğerleriyle bir olmadığını buyurmuştur. Rasul’ e de bu bağlamda bir- emir indirilmiştir:

وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَكَ عَسَىٰ أَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا

“Ve gecenin bir kısmında uykunu bölerek sana özgü bir na­file namaz kıl; belki böylece Rabbin seni övülmüş bir makama ulaştırır. ” (İsra/79)

Rasulü ‘ne iç zenginliğin yollarını gösteren Allah’ın bir tavs­iyesi daha:

فَاصْبِرْ عَلَىٰ مَا يَقُولُونَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَا ۖ وَمِنْ آنَاءِ اللَّيْلِ فَسَبِّحْ وَأَطْرَافَ النَّهَارِ لَعَلَّكَ تَرْضَىٰ

“Gecenin bir bölümünde ve gündüzün uçlarında onu tesbih et ki memnun olasın… (Taha/130)

Bu konuda Kur’an’da çok ilginç bir süre var: Müzzemmil Süresi. İlginçliği haşa garipliğinden değil, ilk nazil olan sure­lerden olmasına rağmen ihtiva ettiği, iç zenginliğin elde edil­mesine yönelik İlahi emirlerden gelmekte. Bilinen bir şey var; bu sure nazil olduğunda, bildiğimiz beş vakit namazın henüz farz olmadığı. Daha davetin esaslarının bile yeni yeni belirlendiği nübüvvetin ilk yıllarına ait bu surede, Rasulullah’a ve ona ilk uyan bir avuç insana neyin emredildiğini birlikte okuyalım:

يَا أَيُّهَا الْمُزَّمِّلُ

قُمِ اللَّيْلَ إِلَّا قَلِيلًا

نِصْفَهُ أَوِ انْقُصْ مِنْهُ قَلِيلًا

أَوْ زِدْ عَلَيْهِ وَرَتِّلِ الْقُرْآنَ تَرْتِيلًا

إِنَّا سَنُلْقِي عَلَيْكَ قَوْلًا ثَقِيلًا

إِنَّ نَاشِئَةَ اللَّيْلِ هِيَ أَشَدُّ وَطْئًا وَأَقْوَمُ قِيلًا

“Ey örtüsüne bürünen!

Geceleyin kalk (namaz kıl); yalnız gecenin birazında (uyu).

Gecenin yarısında (kalk) ya da bundan biraz eksilt.

Veya buna ekle. Ve Kur’an’ı üzerinde dura dura oku.

Doğrusu biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız.

Gerçekten gece neş’esi ( dinginliği, insanın iç evreninde uyan­dırdığı) etki açısından daha güçlü, okumak bakımından da da­ha etkilidir. “(Müzzemmil/1-6)

Evet, henüz beş vakit namazın bile farz olmadığı, İslam’ ın gerçekten garib olan ilk ve zor günlerinde bu ayetler oldukça anlamlı bir şeyin ifadesiydi; gelecekte İslam’ ın tüm yükünü omuzlarında taşıyacak olan çekirdek kadronun şahsiyet eğitiminin.

Onlar projesi Allah’ a ait olan, mimarı Rasulullah olan İs­lam binasının temel taşlarıydılar, Temelin sağlam atılması ge­rekiyordu. İşte insanın iç dünyasını zenginleştirici mesajlar taşıyan bµ gibi ayetler, bu amaca matuf olarak iniyordu.

Adı geçen surenin son Ayeti ininceye kadar Rasulullah ve ashabı gece namazını farz olarak kıldılar. Süre-i Müzzem­mil’ in son ayetindeki ‘: …O sizin (gece saatlerini) hesap edeme­yeceğinizi bildiği için sizi affetti. O halde Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun ( ne kadar kolayınıza gelirse o kadar gece namazı kılın). “ibaresiyle bu vecibe hafifletildi. Kaldırılmadı; “O halde Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun.” anlamına ge­len bu cümlede “parça” ile “bütün” kastedilmiş olup namazda Kur’ an okunduğundan gece namazı, mecazi olarak “Kur’ an okuma” ile ifade edilmiştir.

Surenin söz konusu son ayetinin, kendisinden önceki ayet­lerden ne kadar sonra indiği hakkında farklı rivayetler var. Bir yıl, iki yıl, on yıl diyenler olduğu gibi, son ayetin Medine’de nazil olduğunu söyleyenler de var. Hz. Aişe bu ayeti kastede­rek “12 ay sonra indi. Rasulullah ve ashabı 12 ay gece nama­zını farz olarak kıldı.” demektedir. Abd ibn Humeyd’in Yakub ve Cafer yoluyla Said’den gelen rivayetinde Allah Rasulü ve ashabı on yıl gece namazını bir vecibe olarak eda etmişler, on yıl sonra bu ayet nazil olarak mü’minleri rahatlatmıştır.

Şöyle ya da böyle Allah Rasulü ve ashabı aylarca -belki de yıllarca- teheccüd için zorunlu olarak kalkmışlar, hatta bu vecibeyi hafifleten ayet nazil olduktan sonra bile bu namaz Rasulullah için “Ve gecenin bir kısmında uykunu bölerek sana özgü bir nafile namaz kıl” (İsra/79) emriyle emirliğini muha­faza etmiştir.

En güzel örneğimiz olan Rasulullah’ ın gecesi bizim gece­mize niçin örnek olamamaktadır? Onun iç dünyasının Rab­bi tarafından nasıl zenginleştirildiğinin delili olan bu ayet­ler niçin bizim iç dünyamızı da zenginleştirmesin? Rasul’ ün sünnetlerine sarılması gereken bizler ona has emirlere karşı niçin bu denli lakayt davranabiliyoruz? Dahası insan, her şe­yin olduğu gibi zamanın da yaratıcısı olan Allah tarafından “elverişli” olarak nitelenen gece adlı serveti nasıl hovardaca harcayabiliyor?

“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz öyle dirilir­siniz; nasıl diri/irseniz öylece haşrolunursunuz.

Bu muhteşem uyarıdan alacağımız çok ders var. Uykuyu bir tür “ölüm” olarak niteliyorum. Kur’an’da, Süre-i En’am’da, uykudan ölüm olarak söz edilir. Bura­dan yola çıkarsak, en azından yarı ölüm olan gecelerimiz için şunu söyleyebiliriz: Eğer gündüzünüz güzelse, geceniz de gü­zel olacak; geceniz güzelse sabahınız (yeniden diriliş) da güzel olacaktır.

Bunlar birbirine bağlı şeyler. Böylesi bir ortamda gecesi­nin hesabını veremeyenin gündüzünün hesabını verebilmesi ne mümkün? Her şeyin el ayak çektiği bir özge vakitte cansız­lar, canlılar ve salihlerle birlikte bu evrensel koroya eşlik etme­nin insanın iç dünyasında ne ufuklar açacağını düşünebiliyor musunuz?

Gündüzleri imanlarımızı gevreten bireysel ve toplumsal ilişkilerin, tuğyan ırmağına dönen caddelerin, bulaşıcı bir bi­çimde ta yüreklere kadar sirayet eden riddet, cehalet ve inanç sefaletinin iç dünyamızdaki tahribatını gecenin rahmetinden yararlanarak onaramıyorsak, kalbimizin kıyameti yakın demektir.

Geceleyin iç coğrafyamızda edindiğimiz tecrübeyi, gündü­zün dış dünyamıza aktaralım. Bilelim ki, gecenin bir vaktinde sıcak yataklarına elveda diyenler; kendi adına, toplum adı­na, kana, sömürüye ve zulme doymayan müstekbirler elinde oyuncak olan mazlum ümmet adına, her gün imanı kundak­lanan sayısız insan adına hacet kapısının eşiğini geceleri mü­cahedesiyle gündüzleri mücadelesiyle aşındıranlar kuracaktır geleceği.

Çünkü her toplumsal değişimin tohumu önce yüreklerde çimlenir ve baharın ilk goncaları göğüslerde açar. Sözü vardır Allah’ın (Araf/128); “salih” olma liyakatini elde eden kullarına verecektir toprağın ve suyun emanetini.

Mevsim söz konusu bölgenin doğasında meydana gelen değişiklikleri adlandırdığımız bir terimdir. O bölge sakinleri mevsimin değişmesiyle kıyafetlerine kadar değişikliklere gider. Ve yine o bölge sakinleri mevsimin değişimini ya da mevsimde meydana gelen değişiklikleri oturup izlemek yerine o mevsimin kendilerine sunduğu imkânlardan faydalanmaya çalışırlar. Çünkü her mevsimin beraberinde getirdiği bir hava kütlesi vardır ki bu o bölge sakinlerinin temel ihtiyacı olan toprak ve suya sirayet eder.  Kimileri ekinlerini o mevsimin hava kütlesine göre ayarlar kimileri de bu mevsimin getirdiği kolaylıktan faydalanıp diğer mevsime hazırlık yapar. Eğer o bölge sakini hem ekinini eker hemde gelecek mevsime hazırlık yaparsa çok bereketli bir sene onu bekler. Belki de asırlardı anlatılan; ateş böceği ve karınca hikâyesi anlatmaya çalıştığımız şeyin kısaca özetidir.

Müslümanın iki mevsimi vardır; bunlar gece ve gündüzdür. O gecesini ve gündüzünü nasıl kullanması gerektiğini bilendir. Gecenin getirdiği kolaylık ve sakinlikten faydalanıp hem ekinini eker hem de gelecek mevsime yani gündüze hazırlık yapar. Gece depolamış olduğu enerjiyi gündüz tekrar enerji depolamak için harcar. Bu bir devir daim değil bilakis gittikçe artan bereketlenen bir eylemdir. Bir çeşit akü gibidir çalıştıkça kendini şarj eder. Mevsim demişken ona dair alınması gereken önlemlerden bahsetmeden olmaz. Mevsim değişikliği yeni bir hayatı simgelemekle beraber bir önlem alınması gerektiğinin de işaretidir. Nasıl ki kış mevsiminde hasta olmamak için sıkı sıkı giyinip tedbir alıyorsak; Müslümanın da bir mevsimi olan gecenin soğuğundan (nefsin istekleri, rahatlığa düşkünlük, kafa dağıtma) da korunması gerekir. Bütün bir kışı yatarak geçiren nasıl ki hüsrana uğruyorsa bütün gecelerini yatarak geçiren de hüsrana uğrayacaktır ama bu hüsran diğerine benzemeyen bir hüsran çeşididir. Öyleyse yukarıda geceyi faydalı geçirme uğrunda Kur’an’dan ve Sünnet’ten verilen örneklere dikkat etmek gerekir.

Gündüzleri ayakta durmamızı sağlayan gecelerimiz yoksa bunun faturasını tıbbi bir hastalığa ya da mevsime kesmek yerine gerekli tedbirleri almamaya bağlamlıyız. Miskinlik, yorgunluk, halsizlik Müslümanın bir mevsimi olan gecenin soğuğundan korunamamasının sebebidir. Geceleri yediğimiz soğuklar kireçlenmeye, halsizliğe, bitkinliğe yol açıp sağlıksız (salih amelsiz) bir hayat yaşamamıza sebep oluyor. Geceleri yediğimiz soğuklar şunlar olabilir;

-Nefsin bitmek bilmeyen istekleri

-Rahatlığa düşkünlük

-Yorgunluğu atma bahanesiyle eğlenceye dalmak

-Şehveti dizginleyememek

-Yararsız işlerle meşgul olmak…

Örnekler çoğaltılabilir. Gündüzün yorgunluğu Allah’a itaat, zikir, tefekkür, nefis muhasebesi gibi ilaçlarla atılır ancak. Film, video, eğlence vb. bunlar aldatıcı ilaç olup sonuç vermeyen, mutmain etmeyen ilaçlardır. Bu ilaçların uyuşturucudan bir farkı yoktur. Uyuşturucunun etkisi geçtiğinde meydana gelen zararlar hepimizin malumudur. Bu tedavi midir? Ya da gerçek bir rahatlama mıdır? Kendini kandırmak aldatmaktan başka bir şey değildir…

Mevsimi gece ve gündüz olan mümin; önlemlerini, tedbirlerini, azmini, gayretini bu iki mevsime göre ayarlayan ve azami surette onlardan faydalanmaya çalışan kişidir. Aldanan ya da aldatan değil. Uyuyan ya da uyutulan değil.

YAĞMUR

İmtihan ve gözyaşı

وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَذْهَبَ عَنَّا الْحَزَنَ ۖ إِنَّ رَبَّنَا لَغَفُورٌ شَكُورٌ

“(Cennete girmeyi hak eden müminler) dediler ki: ‘Bizden hüznü gideren Allah’a hamdolsun.” (Fatır/34)

Allah’ı razı etmeye koyulmuş mü’minin hüznü cennette bi­tecek. Bu gerçeği güçlendiren bir sözü de Allah Rasülü vefatı sırasında başucunda ağlamakta olan Fatıma’sına söylüyordu:

“Ağlama kızım, baban bir daha acı çekmeyecek.”

Evet, o güne dek hep acı çekmişti. Çünkü o, çok şey bili­yordu. Onun bildiğini bilen her kim olsa öyle yapardı. O da öyle demiyor muydu: “Benim bildiğimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız. [12]

Onun bildikleri bir yana, ya onun yaşadıkları? Hem ye­tim, hem öksüz. Ardından bir bir kaybedilen dayanaklar: Ab­dulmuttalib, Ebu Talib, Hz. Hatice ve peş peşe gelen evlat acıları, ölümleri. Tabi bütün bunları bastıran da nübüvvetin ağır yüküydü. Bu nedenle o, çok ağlamış az gülmüştü.

Kan, ter, gözyaşı…

Bu üç damla azizdir, Bu üç damlanın karıştığı şey de aziz­dir. Neyin uğrunda olursa olsun, samimi olarak bir dava uğruna dökülen kanların karşılıksız kaldığı görülmemiş.

Ter de öyle. Kim çalışarak ter dökmüş de karşılığını almamış? Bu ister mü’min ister kâfir olsun, herkes için geçerli “İnsan için” diyor Kur’ an;

وَأَنْ لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ إِلَّا مَا سَعَىٰ

“insan için yalnız çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm/39)

Gözyaşı da öyle. Zulme uğramış birinden dökülüyorsa damla, düştüğü yeri yakacaktır. Bu üç damla bedeldir. Bu bedel ödendiği zaman elde edilen şey meşrulaşır. Kan, toprağın; ter, ekmeğin; gözyaşı, yüreğin bereketidir.

وَتَضْحَكُونَ وَلَا تَبْكُونَ

“Ve gülüyorsunuz da, ağlamıyorsunuz.” (Necm/60)

Sahi, nasıl beceriyorsunuz bunu, diyor Kur’ an; “İmanını­zın, Kur’ an’ ınızın, coğrafyanızın esir edildiği, insanınızın ma­nevi bir soykırıma uğradığı, tüm değerlerinizin yağmalandığı, sayısız civanın yüreğinden vurulduğu bir ortamda hala nasıl gülebiliyorsunuz?” diye soruyor.

Gerçekten, nasıl becerebiliyorsunuz bunu? Biliyorum, buna becermek demezler. Gaflet derler, vur­dumduymazlık derler, hamakat derler…

Eğer bilseydik, Önderimiz Efendimizin bildiğini, çok ağlayıp az gülecektik. O, yakın derecesinde biliyordu gazabı, kahrı, cehennemi. Bu gerçeklerin arifiydi O. Biz de bunları “irfan” derecesinde bilseydik onun gibi yapacak, çok ağlaya­cak az gülecektik.

Evet, bilseydik göğsümüzde nükleer bir güç merkezi taşıdığımızı ve bunun her gün üzerine yağan günahlarla paslandığını, bu pası çözecek tek kimya olan gözyaşını bir umman gibi salacaktık gecelerin koynuna.

Eğer bilseydik günah hedeflerini on ikiden vuran istiğfar silahının mermileri gözyaşıdır; gönlümüze gözümüzden bir ırmak bağlayacaktık.

Eğer bilseydik dualarımızı yüce makama tez ulaştırmanın en emin yolu onlara gözyaşından kanatlar takmaktır.

Eğer erseydik  “Allah’a selim bir kalp ile gelen başka.”(Şura/89)un sırrına; bir “kalbi selim” e sahip olmak için değil bir kaç damla yaşı, bir çift gözü bile feda edecektik.

Eğer bilseydik her gün en çok kullandığımız organların başında elimiz, zihnimiz ve kalbimiz gelir; bu üçü içerisinden de en çok kullandığımız ve kirlettiğimiz kalbimizdir. Onu pislik içerisinde koyduğumuz için, Allah korkusundan dökü­len yaşlarla yıkamadığımız için hayıflanacaktık.

Eğer imanın neler çektiğini onun yerinde olup anlayabil­seydik, ağlayabilirdik.

İhsan düzeyinde inansaydık Allah’ a, azaba, ikaba, miza­na, hesaba; gözümüzden yaş değil kan akıtırdık. Öyle bu­yurmuştu ya Yesribli delikanlı için Rasulullah -aleyhissala­tü vesselam- efendimiz: ”Allah korkusu kardeşinizin yüreğini dağladı.”

Evet, bütün bunları anlayabilseydik, ağlayabilecektik. ”Melali bilmeyen nesle aşina değiliz” diyordu Haşim. Biz aşina olduk, hem de öylesine aşina olduk ki, bu İslam irfanının nebevi yöntemlerini “romantizm’, sayanlar bile çıktı içimizden.

Hissizliğin, duygusuzluğun bir tek mazereti var: kalb katı­lığı o da meşru değil.

Şarkı görmez, garbı bilmez, edepten yok payesi Bir utanmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi.

Anlayamayanlar, ağlayamazlar; hatta ağlanacak hallerine gülerler. İşte biz, böyle olduk.

Müminin şiarı olan gözyaşı aynı zamanda samimiyetinin ve sevgisinin ispatıdır. Uğrunda gözyaşı dökülen şey onu döken kişi için değer ifade eder. Çünkü yüreğin ortak olmadığı duyguda gözyaşının gelmesi imkânsızdır. Dolayısıyla gözyaşına ortak olan yürektir. Ta içerden gelen bir hararete göz pınarları dayanamaz buharlaşır ve yaşlar dökülmeye başlar. Yandığı oranınca dökülecektir gözyaşı. Ne kadar yaktıysa yüreğini o kadar boşalacaktır göz pınarları. Kimi günahına yanar, kimi hasretine, kimi korkusuna. Ortak olan ise sevgidir, samimiyettir, adanmışlıktır. Bu küçücük gözyaşı, uğrunda dökülen zat için de değer ifade eder.  Öyle diyordu İbn Kayyım (rha); “O yedi denizi yarattı ama senin bir damla gözyaşını sevdi. Sen ise O’na bir damla gözyaşını çok görüyorsun.” Rahman’ın arşında gölgelenecek olan yedi sınıf insandan biri de bu gözyaşını döken kimsedir. Döktüğü gözyaşı Rahman’ın himayesine girmesine sebep olmuştur.

Mahşer meydanındaki şu manzara gözyaşının önemini ifade eden bir başka olaydır;

“…Cehennemden dağlar gibi bir ateş çıkacaktır. Peygamberin ümmeti onu def etmek için “Ey ateş, namaz kılanların, Allah’ı doğrulayanların ve Allah’tan korkanların, oruç tutanların yüzü hürmetine dön!” fakat ateş dönmeyecek. Cibril (as): “Ateş Muhammed ümmetine doğru gidiyor!” diye seslenecek. Sonra su getirerek Muhammed (sav)’e sunacak: “Ey Allah’ın Rasulu bu suyu al ateşi söndür” diyecek. Peygamber (sav) Cibril (as)’ dan aldığı suyu ateşe boşaltınca ateş sönecek. Bunu gören Peygamber (sav): “Bu ne suyudur” der. Cebrail (as): “Bu senin ümmetinden, Allah korkusu yüzünden ağlayanların gözyaşlarıdır. Onu sana getirmekle emrolundum. Çünkü Allah’ın izni ile bu su ateşi söndürecek.”

Rasulullah (sav) daima şöyle dua ederdi; “Ey Allah’ım! Bana senin korkunla ağlayan iki göz ihsan et!”[13]

VE SONUÇ

Sevgi

Sevgi, varlık sorusunun cevabı. Sevgi, mahlûkat ağacının tohumu. Sevgi, yüreğin ölümsüz meyvesi.

Sevgi, Yaradan ve yaratılanıyla varlığın ortak sesi. Sevgi, insanın, harcadıkça çoğalan tek sermayesi.

İmdi soralım: Sevgi, varlık sorusuna nasıl cevap olabilir? Şöyle ki: Olmayan bir şeye sevgi duyulmaz; sevmekten söz edebilmek için “diğeri” gerekli. Süje olmadan objeyi kim bi­lir? Sevginin söz konusu olduğu bir yerde elbette sevenlerle-se­vilenlerin varlığı kaçınılmazdır. Ortada olmayan bir şeye sevgi duymak abes olur.

İşte bunun için sevgi varlık sorusunun cevabıdır. Sevgiyi bilen, sevecek, onu paylaşacak birini arar. Çünkü sevginin en güçlü tezahürüdür paylaşmak. Sevgiyi paylaşmak isteyen, ya­ratmak gibi bir güce sahip değilse eğer, varlık içerisinden bir diğerini bulup sevgiyi onunla paylaşacaktır. Yok, bu zat ya­ratma gücünü elinde tutan Allah ise, elbette sevilen ve seven birilerini yaratıverecektir…

إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

“O’nun işi, bir şeyin olmasını istediği zaman ona sadece ‘ol’ demektir; o da hemen oluverecektir. “(Yasin/82)

Her şeyin olduğu gibi sevginin kaynağı da Allah (cc)’dır, Sevgi çağlayanının kaynağında O vardır. Yeryüzünde gelmiş geçmiş en büyük sevgi okulları (din) O’nundur. Dünyanın görüp göreceği en yetenekli sevgi öğretmenleri (peygamber­ler) O’nun okulunun mezunlarıdır. Aşkın ölümsüz kitabını yine O yazmıştır. Çünkü O, “Vedud” dur, yani “çok seven”…

Yalnız o kadar mı? Elbette değil, aynı zamanda O, “çok se­vilen” dir. Nedeni yine aynı: Çünkü O, “VEDUD” dur. Kendi dilinden, kendisini öyle tanıtmaktadır; kendisini tanıyabileceğimiz en sağlam kaynakta, Kur’ an ‘da:

وَاسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُوا إِلَيْهِ ۚ إِنَّ رَبِّي رَحِيمٌ وَدُودٌ

“Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O’na tevbe edin!

Doğrusu, Rabbim çok esirgeyen, ÇOK SEVEN’dir. “(Hud/90)

وَهُوَ الْغَفُورُ الْوَدُودُ

“O (Allah), bağışlayandır, ‘SEVEN’dir. “(Buruc/14)

O’ nun sevmesinin öbür adı “cennet” tir. Sevginin çözülüp eşyaya dönüşmesidir cennet. O, yalnız seven, yalnız sevdiren değil, aynı zamanda sevindirendir de. Neyle olacak, cennetle elbette. Hem, çok sevenin, çok sevilenin, çok sevindirmemesi düşünülebilir mi?

O’nun hem çok seven, hem de çok sevilen olduğunu ben çıkarmıyorum, “Vedud” ism-i celilinin gramatik özelliği bu. “Feül” vezninden mübalağa sigası, anlam olarak hem etken hem de edilgen bir yapısı var. Yani fail olarak “çok seven” anlamına geldiği gibi, mef’ul olarak “çok sevilen” anlamına da gelir.

Allah’ın “Vedud” olması demek, O’nun çok seveceği ve O’ nu çok seven birilerinin olması demektir. İşte bunun için­dir ki, sevgi varlık sorusunun cevabıdır.

Sevgi, üflenen ruh gibi, özü İlahi olan değerlerden biridir. Söz konusu değerlerin çok azı Yaradan’la yaradılan arasında paylaşılır. Paylaşılan bu değerlerin başında gelir sevgi.

Yaratıcımızı tanıma hususunda bize kılavuzluk eden diğer sıfatlara benzemeyen farklı bir boyutu vardır “Vedud” sıfatı­nın. Örneğin O, Esirgeyen ‘dir (Rahman), Bağışlayan ‘dır (Rahim), fakat esirgenmeye ve bağışlanmaya muhtaç değildir. Af­feder (Gafur), affedilmez; hükmeder, hükmolunmaz; doyurur (Razık), doyurulmaz…

Bu gibi sıfatlar hem fail hem mef’ul anlamıyla Allah için kullanılamaz. Bunları böyle kullanmak, kişinin imanını tehli­keye sokacak küfür sözler arasına bile girebilir.

O’ nun kendisi için seçip beğendiği “Vedud” isminin işte bu açılardan farklılığı vardır. Allah, sevgiyi kullarıyla paylaş­makta, “O onları, onlar da O’nu sevmektedir.” (Maide/54)

Diğer nimetlerine karşılık olarak “ubudiyyet” (kulluk) is­terken, sevgi nimetine aynı cinsten karşılık beklemektedir. Bu manada bir başka örneği daha yoktur sevginin ve sevgi rakip­sizdir. Yaradan, onu varlığın ortak değeri kılmıştır. Doyurmuş doyurulmayı istememiş (Zariyat/57), vermiş almayı istememiş, yaşatmış yaşatılmayı istememiş, korumuş korunmayı isteme­miştir. Fakat sevgiye gelince iş değişmiş, onu tüm varlığa şa­mil kılarak, sevmiş ve sevilmeyi istemiştir.

Sevgi, Yüreğe Ekilen Tohumdur

Kur’an’da sevgi üç ayrı terimle ifade edilir: muhabbet, me­veddet, ülfet. En çok kullanılan da birinci sıradaki “hubb” (ha-be-be) kökünden türetilen terimlerdir…

Sevgi anlamına gelen bu terim aynı zamanda çekirdek, to­hum, öz, nüve (habb) anlamlarına da gelmektedir. Bu mana­larıyla Kur’an’da da kullanılmıştır. (En’am/95; Rahman/12)

Bu ikinci anlamını da göz önünde tutarak rahatlıkla diye­biliriz ki sevgi, varoluşun tohumudur, çekirdeğidir, özüdür.

Varlığın yaratılış hikmeti, insanın varoluş illetidir. Her şey de­ğerini ve ömrünü illetinden alır. İlleti ölümsüz olan değerlerin kendisi de ölümsüzdür; Allah için sevmek gibi. İlleti ölümlü olan değerlerin malülü de ölümlüdür; kul için sevmek gibi. Ancak seven (Vedud) var oldukça sevgi de var olacak; O, bu ölümsüz illetle yaratmasına devam edecektir.

يَسْأَلُهُ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ ۚ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ

“O her an yeni bir iştedir (Hayatı her an tazelemekte, yarat­maya devam etmektedir).” (Rahman/29)

Mahlûkatın sebebi olan sevgi tohumunun ekilebileceği en verimli toprak yürektir. Adını sevgi koyduğumuz verimsiz to­humlar değil de, Vedud olan Allah’ ın bağışladığı cins tohum; hamı alınıp nadaslanmış, taşı ayıklanıp keseği kırılmış, emek ve işçilikle sürülüp gözyaşıyla sulanmış selim bir kalbe ekilirse, yürek, harcadıkça çoğalan bitmez tükenmez bir sevgi amba­rına dönecektir. Bu tohum, bire on değil bire bin, bire yüz bin veren yürek toprağının ölümsüz hazinesi olacaktır.

İnsan yüreğinin bu ölümsüz meyvesinden tam verim ala­bilmek için üç şey gerekli: Cins bir tohum (sevgi), bakımlı bir tarla (kalb ), fedakâr bir bahçıvan.

En kötü kalpazanlık, sevgi kalpazanlığıdır. Karşılıksız çek kesen türedi tüccar gibi karşılıksız sevgi imal eden türedi sevgi tacirleri yaptıkları kalpazanlığın adını “insanlık sevgisi” ya da “hümanizm” koyabilirler. Nasıl olsa bir faturası yok bu “kalp sevgisi” nin. “Kuru kuru kadan’alam / Takır takır kurban alam diye özetler Anadolu halkı bu tip kalpazanlığı.

Kalpazanlığın bir başka türü de sevgiyi donun içinde aramak, ya da -günümüzde olduğu gibi- fuhşun adını sevginin zirvesi olan “aşk” koymak. İleride bu konu geleceği için geçiyoruz.

Ortalığı sahte sevgilerin ve sevgi sahtekârlarının kapladığı bir çağda, gerçek sevgiyi ancak vahyin kılavuzluğunda bula­biliriz. Çünkü vahiy, hem aşıkların hem maşukların en yücesi olan Allah’ ın kelamıdır; sevgiyi sevgiyle yaratan Allah’ın…

Şunu hatırlatmakta fayda var; Tohum, kendisi için elverişli olan toprakta sonuç verecektir. Yapısı değişmiş, kokuşmuş, tohuma zarar verecek özelliğe sahip bir toprak tohumu çürütecek ve heba edecektir. Toprak elverişli hale geldikten sonra onun için yapılacak en güzel şey mahsul elde etme adına ona tohum ekmektir. Kalp için yapılacak olan en güzel şey de Allah Sevgisi’ni ekmek ve mahsul vermesi için özenle takip etmektir…

Sevgi Dönüm Noktasıdır

Evrenin yaratılış hikmeti, insanın ölümsüz devleti, mü’mi­nin dünyadaki cenneti, varlığın tek ortak serveti olan sevgi aynı zamanda vahyin de çatısını oluşturur. Bu çatı “sevmek” ya da “sevmemek” üzerine kurulmuştur.

Bu İlahi üslup, sevginin “belirleyici” olduğu sonucuna gö­türüyor bizi. Sevgi, Allah’ ın kişiyi vurduğu mihenk taşıdır. Ev­renin sahibi, kendisine karşı isyan etme, karşı gelme yetisiyle donattığı insanı kahretmekten, ateşe atmaktan, azab etmekten daha çok, “sevmemek” le korkutup uyarıyor. Allah’ a itaatin il­leti sevgi olarak belirirken, itaatsizliğin illeti de sevgisizlik ola­rak ortaya çıkıyor.

Korku mu? O var, olmalı da. Ancak illeti azab, gazap ya da cehennem olmak yerine yine “sevgi” olmalı. Bu sayılanlar O’nun sevmemesinin bir sonucu değil midir? Allah’a duyu­lan korkunun temelinde cezaya çarptırılma korkusu değil de O’ nunla kendisi arasındaki sevgiyi yıpratma korkusu, illeti sevgi olan korku vardır ki, istenilen de budur ve “takva” bu­nun adıdır.

Allah’ ın kitabını, sevmek ve sevmemek üzerine bina ettiğini söylemiştik. Şu ayetlerde sevginin insanın amellerinin belirle­yicisi olarak nasıl kullanıldığına bakınız:

وَإِمَّا تَخَافَنَّ مِنْ قَوْمٍ خِيَانَةً فَانْبِذْ إِلَيْهِمْ عَلَىٰ سَوَاءٍ ۚ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْخَائِنِينَ

“Allah, hainleri sevmez.”(Enfal/58)

إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ

 “Allah, tevbe edenleri sever.”(Bakara/222)

وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُفْسِدِينَ

“Allah fesatçıları sevmez.” (Maide/64)

بَلَىٰ مَنْ أَوْفَىٰ بِعَهْدِهِ وَاتَّقَىٰ فَإِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ

“Allah, muttakileri sever.” (Al-i İmran/76)

وَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَيُوَفِّيهِمْ أُجُورَهُمْ ۗ وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِمِينَ

“Allah,