VEHBE ZUHAYLİ’NİN (RH.A) BAKIŞ AÇISIYLA NİSA SURESİ 43. VE 46. AYETLER

Sarhoşken Namaz Kılmanın Haram Olması, Su Bulunmadığında Teyemmüm Etmek
43- Ey iman edenler, siz sarhoşken ne söyleyeceğinizi bilinceye ve cünüp iken de -yolcu olmanız hariç- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur, ya bir sefer üzerinde bulunursanız, yahut sizden biriniz heladan gelirse, yahut da kadınlara dokunup (cinsî ilişkide bulunup) da su bulamazsanız o zaman temiz bir toprağa teyemmüm edin, yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah affedici, çok mağfiret edici, yarhğayıcıdır.
Nüzul Sebebi
“…namaza yaklaşmayın” ayeti ile ilgili olarak Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî ve Hâkim, Hz. Ali (r.a.)’nin şöyle dediğini rivayet ediyorlar: Abdurrahman b. Avf bir yemek hazırlayıp bizleri davet etti. Sofrada şarap da sunuldu. İçtiğimiz içki başlarımızı döndürdü. Namaz vakti geldi, beni imamlığa geçirdiler. Namazda “Kâfinin” suresini okurken “De ki: Ey kâfirler, ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam.” (Kâfirûn, 109/1-2) ayetlerinden sonra (yanlışlıkla) “Biz sizin tapmakta olduklarınıza taparız” dedim. Bunun üzerine Allah Teâlâ “Ey iman edenler, siz sarhoşken ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın” ayetini indirdi.
İbni Cerîr’in Hz. Ali (r.a.)’den rivayetine göre ise o gün imam olan Abdurrahman idi, namaz da akşam namazıydı. Olay henüz şarap ve içki haram kılınmadan önce geçmiştir.
“Teyemmüm edin” ayeti ile ilgili olarak da el-Firyâbî, İbni Ebî Hatim ve İbnü’l-Münzir, tahric ediyorlar. Hz. Ali demiştir ki: “…ve cünüp iken…” ayeti misafir (yolcu) hakkında inmiştir. Yolculukta cünüp olursa (ve su bulamazsa) teyemmüm ederek namazını kılar.
İbni Merdûueyh, el-Elsa b. Şüreyk’ten tahric ediyor: Demiştir ki: Resulullah (s.a.)’ın devesini ben eğerlerdim. Soğuk bir gece cünüp oldum. Soğuk su ile yıkanırsam öleceğimden veya hasta düşeceğimden korktum. Durumu Resulullah (s.a.)’a söyledim. Bunun üzerine Allah Teâlâ “…sarhoşken namaza yaklaşmayın…” ayetinin tamamını indirdi.
Buharî ve Müslim, Mâlik hadisini zikrederken Hz. Aişe (r.a.)’nin şöyle dediğini rivayet ederler: “Bir seferinde Rasul-i Ekrem (a.s.) ile beraber biz de çıktık. Beydâ veya Zâtü’l-Ceyş’te (Medine yakınında bir vadinin ismi) iken gerdanlığım kayboldu. Aranması için Resulullah (s.a.) ve ona tabi olarak da insanlar bir süre orada kaldılar. Bir su kaynağı yakınında olmadıkları gibi yanlarında da su bulunmuyordu. Allah Teâlâ o zaman teyemmüm ayetini indirdi ve teyemmüm ettiler. Bunun üzerine Ensarm ileri gelenlerinden Üseyd b. Hudayr “Ey Ebubekir ailesi, bu sizin (sebebinizle gönderilen) ilk bereketiniz değil zaten” dedi. Bir rivayet de: “Allah sana rahmet etsin Ey Aişe! Ne zaman başıma hoşlanmadığım bir şey gelse mutlaka Allah Teâlâ o hususta müslümanlara bir kolaylık, çıkış yolu ihsan ediyor” şeklinde gelmiştir. Hz. Aişe diyor ki: Benim bindiğim deveyi kaldırdığımızda bir de baktık ki gerdanlığım onun altında imiş.” [1][61]
Anlaşılan o ki, ayetin baş tarafı şarap olayı dolayısıyle, geri kalanı yolculuk hadisesi hakkında indirilmiştir. Cumhur, ayetin el-Muraysi’ gazvesi sırasında indiği görüşündedir. [2][62]
Açıklaması
Allah Teâlâ mümin kullarına ne dediğini bilemeyecek hale düşüren sarhoşluk durumunda namaz kılmayı, cünüp olan kişiye namazın eda edildiği yerler olan mescitlere yaklaşmayı yasaklamaktadır. Tabiî bu hüküm şarap, içki haram kılınmadan önceki döneme aittir.
Bu yasak etkili oldu. Ashab-ı kiram yasağı sarhoşken namaza yaklaşmanın yasak olduğu şeklinde anladılar. O sebeple yatsı namazı sonrasına kadar sarhoşluk veren içki içmekten imtina ediyor, yatsıyı kıldıktan sonra içiyorlardı. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.) “Allahım şu içki hakkında bize şâfi ve kâfi bir açıklama yap” diye dua etti. Peşinden Maide süresindeki ayet nazil oldu. “Ey iman edenler, içki, kumar, (tapınmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden bir murdardır. Onun için bunlardan kaçının ki saadete ere-siniz.” (Maide, 5/90). Ve içkiyi tamamen bıraktılar.
Ayetin manası şöyledir: Ey müminler, sarhoş haldeyken, namazda ne dediğinizi bilinceye kadar namaz kılmayın. Bu hüküm, içki ve sarhoşluğun kesin olarak haram kılınmasına bir hazırlıktı. Ayet, içkinin haram kılınmasında takip edilen yoldaki adımların üçüncü safhasında inmiştir.
Müfessirlerin çoğu, namazın gerçek manası üzerinde baki olduğu hususunda ittifak etmiştir. Denmek isteniyor ki: Namaz kılmak istediğiniz zaman sarhoş olmayın. Sarhoş haldeyken veya yolculuk hali dışında cünüp olduğunuz zaman gusledinceye kadar namaz kılmayın. “Eğer hasta olursanız…” cümlesinden önce bu hükmün zikredilmesi ise su bulunmadığında hükmün açıklanmasına terğib ve teşvik olur. “Ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar” cümlesi de bu görüşe delâlet etmektedir. Yani bizzat namaza yaklaşmayın, demektir. Çünkü namazda Kur’an ayetleri, dua ve zikirler bulunmakta, hepsi de uyanıklık, idrak ve aklî güçlerin kamilen mevcut olmasını gerektirmektedir.
Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes’ud, İmam Şafiî ve Hasan-ı Basrî (r. an-hum) kelâmda muzâf olan kelimenin hazfedildiği görüşündedirler ki bu yaygın bir mecazdır. Murad, namaz kılman yerlere yani mescitlere yaklaşmayın demek olur. “Allah bazı insanları bazısı ile defetmeseydi içlerinde Allah’ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar (salavât) ve mescitler muhakkak yıkılıp giderdi.” (Hac, 22/40) ayetindeki “salavat (namazlar, dualar)” kelimesinin İbni Abbas’m dediği gibi Yahudi ibadethaneleri diye tefsir edilmesi de bunu göstermektedir. Yoksa “yolcu olmanız hariç” istisnası sahih olmaz. ‘Yolcu olmanız hariç” cümlesi ile
“Eğer hasta olur, ya da bir sefer üzerinde bulunursanız” cümlesi arasında tekrar olmaması için “namaz (salat)” lafzını mescid olarak tabir etmeyi uygun bulduk.
Fukahanm, cünüp kişinin mescitten geçmesi hakkındaki hükümde ihtilâf etmesi işte buradan kaynaklanmaktadır. İkinci görüşe göre, cünübün mescitten beklemeksizin çabucak geçmesi caizdir; ama geçmek durumu dışında mescide girmesi haramdır.
Birinci görüşe göre ise ayet, cünübün mescide girmesinin haram olduğuna delil değildir. O hüküm Hz. Aişe (r.a.)’nin rivayetinde olduğu gibi başka delillere dayanır. Hz. Aişe diyor ki: Resulullah (s.a.) geldiğinde ashabının evlerinin kapıları mescide açılıyordu. “Bu evlerin kapılarını mescitten çevirin” buyurdu ve evine girdi. Ancak kendilerine bir ruhsat ve izin iner ümidiyle insanlar bir şey yapmadılar. Bir müddet sonra Peygamberimiz dışarı çıkınca emrini tekrarladı: “Çevirin bu evlerin kapılarını. Şüphesiz ki ben cünübe ve hayızlı kadına mescide girmeyi helâl kılmıyorum.” Hz. Peygamber (s.a.) hayatının sonunda sadece Hz. Ebubekir (r.a.)’in küçük kapısını bundan hariç kılmıştır.
Allah Teâlâ, yolcu olma hali dışında cünüp iken gusledinceye kadar namaza yaklaşmama emrinden sonra bu ayette ve Maide süresindeki “Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi yıkayın.” (5/6) ayetinde teyemmümü gerektiren dört sebep zikretmektedir: Hastalık, yolculuk, hades (helaya gitmek), kadınlarla temas. Bu sebeplerden birisi bulununca yeryüzündeki tertemiz bir toprağa yönelin, ondan yüzlerinize ve cumhura göre dirseklere kadar, İmam Malik’e göre bileklere kadar ellerinize sürün, sonra da namaz kılın.
Özür sahiplerine tanınan teyemmüm ruhsatı budur. Bu ruhsat ve kolaylığın sebebi Allah Teâlâ’nın çok affedici, çok mağfiret edici, günaları örtücü oluşudur. Yani Rabbiniz daima affedici, kolaylık sağlayıcıdır, günahların cezasını da kapatır, ceza vermez.
Dikkat edilirse suyun bulunmaması kaydı “yahut sizden biriniz heladan gelirse, yahut da kadınlara dokunup da” cümlesine aittir. O takdirde özürler üç tane oluyor: Yolculuk, hastalık, ikamet halinde su bulamamak. Hades (abdest-sizlik) haline gelince, o hususta zaten söze gerek yoktur. Burada kelâm teyemmümü mubah kılan özürler hakkındadır. Sadece su bulunmaması durumu gerçek sebeptir. Yolculuk, teyemmüm hususunda tek başına kâfi bir özürdür, su bulunsun ya da bulunmasın. [3][63]
Yahudilerin İşleri Ve Tasarrufları
44- Kendilerine Kitap’tan (Tevrat’tan) bir nasip verilmiş olanlara bakmadın mı? Onlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de (hak) yoldan sapmanızı istiyorlar.
45- Allah, sizin düşmanlarınızı çok iyi bilendir. Ve Allah size dost olarak da yeter, yardımcı olarak da yeter.
46- Yahudi olanlardan kimisi kelimeleri (Allah tarafından) konuldukları yerlerinden (kaldırıp) değiştirirler ve dillerini eğerek bükerek, dine de saldırarak (sana) derler ki: “(Eh) dinledik, (fakat) isyan ettik. İşit, işitmez olası, râ-inâ.” Eğer onlar: “Dinledik, itaat ettik. İşit, bize bak” deselerdi elbet kendileri için daha iyi ve daha doğru olurdu. Fakat Allah, kendi küfürleri yüzünden onlara lanet etmiştir. Artık onlar, birazı hariç olmak üzere, iman etmezler.
Nüzul Sebebi
Ayet-i kerimeler Medine Yahudileri hakkında indirilmiştir. İbni İshak diyor ki: Rifâa b. Zeyd b. et-Tâbût, Yahudi ileri gelenlerinden idi. Resulullah ı a.s.) ile konuşurken dilini eğip bükerek: “Ey Muhammed, kulağını bize iyi ver” dedi, sonra da İslâm’a dil uzattı, tenkit etti. Bunun üzerine Allah Teâlâ onun hakkında “Kendilerine Kitap’tan (Tevrat’tan) bir nasip verilmiş olanlara bakmadın mı?” ayetini indirdi.
Müfessirler de diyor ki: Yahudi alimlerinden biri olan Kâ’b b. el-Eşref, Uhud Savaşından sonra Yahudilerden yetmiş binekli kişi ile Mekke’ye doğru yola çıktı. Resulullah (s.a.)’a gadretmek üzere Kureyş ile anlaşma yapmak, kendileriyle Rasul-i Ekrem (s.a.) arasındaki muahedeyi bozmak istiyorlardı. Kâ’b, Ebu Süfyan’m evine, Yahudiler de Kureyşlilerin evlerine misafir oldular.
Ebu Süfyan KâVa “Sen kitap okuyan alim bir adamsın. Biz ise ümmiyiz, pek bilgimiz yok. Hangimizin yolu daha doğru, hakka daha yakın, bizim mi, Muhammedin mi?” dedi. Kâ’b “Bana dininizi bir arz edin bakayım” diye cevap verdi. Ebu Süfyan şunları söyledi: Biz hacılar için besili büyük develerden kurban ederiz, onların su ihtiyaçlarını karşılarız, misafiri ağırlarız, esiri salıveririz, akrabalık bağlarını koruyup gözetiriz, Rabbimizin evini imâr eder onu tavaf ederiz. Bizler bu mukaddes Harem’in ehliyiz. Muhammed ise atalarının dinini terk etti, akrabalık bağlarını kopardı. Harem’i bırakıp gitti. Bizim dinimiz daha eski, Muhammed’in dini ise yenidir. Bunun üzerine Ka’b: “Vallahi siz onun üzerinde bulunduğu dinden daha doğru bir yoldasınız” dedi. İşte Allah Teâlâ da Ka’b ve beraberindeki arkadaşlarını kastederek: ‘Yahudi olanlardan kimisi kelimeleri (Allah tarafından) koyuldukları yerlerinden (kaldırıp) değiştirirler…” ayetini bu hadise sebebiyle indirdi.[4][64]
Açıklaması
Ey Muhammed aleyhisselâm! Kendilerine ilâhî bir kitap olan Tevrat’tan bir kısım verilmiş olan şu kimselere bakmadın mı? Hidayet karşılığında dalâleti satın alıyorlar, kâfirliği imana tercih ediyorlar, Allah’ın peygamberine indirdiğinden yüzlerini çeviriyorlar, ellerinde bulunan yalan söylemek, insanlara eziyet vermek, faiz (riba) yemek hakkındaki hükümleri, geçmiş peygamberlerin Hz. Muhammed (s.a.)’in sıfatına dair verdikleri bilgileri terk ediyorlar. Kendilerinin icat ve uydurması olan bir takım dinî gelenek ve tapınma şekilleri ile az bir dünya menfaati sağlamaya çalışıyorlar. Ey müminler, onlar sizin de kendileri ile beraber hak yoldan sapmanızı ve size indirilenleri inkâr etmenizi üzerinde bulunduğunuz hidayet ve faydalı Kur”an ilmini bırakmanızı istiyorlar. Ey müminler, Allah Teâlâ sizin düşmanlarınızı en iyi bilen olduğu için sizi onlardan sakındırıyor. Size dost olarak Allah yeter. Sizi onlardan korur, işlerinizi yürütür. O kendisine sığınanın kale gibi koruyucusudur. O, kendinden yardım dileyene de yardımcı olarak yeter. Onların şerrini sizden defeder. İşte o yüce Rabbiniz daima sizi hakkınızda en hayırlı olana, kurtuluşunuz bulunan hususlara yöneltir. Ve O düşmanlarınıza karşı salih amele ve hidayete muvaffak kılarak size yardım eder de zafer için gerekli olan yardımlaşma, güçlü savaş aletlerini hazırlama gibi sebepleri gerçekleştirirsiniz. Ondan başkasından dostluk ve yardım talep etmeyin.
Onların Tevrat’tan amel ettikleri kısım kaybettikleri ve unuttukları kısma aittir. Amel etmeyi terk ettikleri hükümler ise yanlarında geriye kalan kısımdandır.
Sonra Allah Teâlâ “Yahudi olanlardan kimisi de…” cümlesiyle, kendilerine kitap verilenlerden maksadın Yahudiler olduğunu beyan ediyor. “Min” harfi burada cinsi beyan için olup, “O halde murdardan (yani putlardan)… kaçının.” (Hac, 22/30) ayetindeki gibidir. Onlar öyle bir kavimdir ki Allah’ın Tevrat’ta indirdiği kelimeleri asıl konuldukları yerlerden kaldırıp değiştirirler. Bunu da ya kelimeleri asıl konuldukları başka bir manaya çekerek yaparlar; Rasul-i Ekrem (s.a.) hakkındaki müjdeleri, Mesih hakkındaki haberi başka bir şahsa yorumlayıp bugüne kadar onu beklemeye devam edişleri gibi. Yahut da bu tahrifi kitaptaki bir kelime veya cümleyi bulunduğu yerden başka bir yere naklederek yaparlar. Nitekim Musa aleyhisselâmdan rivayet edilen ayetlere uzun bir müddet sonra yazılmış sözler karıştırdıkları gibi diğer bazı peygamberlerin sözlerine de başka insanların sözlerini katmışlardır. Bu ilâve ve karışıklıkları, kendilerinin de itiraf ettiği gibi kaybolan Tevrat yerine bugünkü Tevrat’ı ortaya koyanlar yapmışlardır.
Bu tahrifat ile iddialarına göre ıslah gayesi güdüyorlardı. Bunun kaynağı şuydu: Hz. Musa (a.s.)’m yazdığı asıl nüshanın kaybolmasından sonra yanlarında dağınık Tevrat yaprakları bulunuyordu. Bunları bir araya getirmek istemişlerdi. O esnada da birçok ilâve ve tekrarları katmışlardı. Bu tarihî gerçekleri Hintli Rahmetullah Efendinin Izhâru’l-Hak adlı kitabında yaptığı gibi güvenilir, araştırıcı tarihçiler ispat etmişlerdir.
O Yahudiler Peygamberimiz (s.a.)’e sözünü işittik, emrine isyan ettik, diyorlardı. Mücahid der ki: Yahudiler Resulullah (s.a.)’a “Sözünü işittik, fakat sana itaat etmeyiz”, dediler. Aynı zamanda Hz. Peygamber (a.s.)’e duydukları haset ve kinden ötürü “İşit, işitmez olası!” diyorlardı. Edep gereği “Kötü söz duymayasın” diyecekleri yerde “Allah sana işittirmesin” veya “duan dinlenmemek, senden kabul edilmemek üzere” manasına sözlerle O’na beddua etmiş oluyorlardı.
Aynı şekilde bir de “râinâ” derlerdi. Ruûnet, yani ahmaklık, gayr-ı ciddilik kelimesinden ism-i fail olarak kullanırlardı. Bu kelime “bize bak, bize mühlet tanı” manasına kullanılacak yerde lisanlarındaki sövme ve dil uzatma manasına gelen râînâ’dan gelme de olabilir. Allah Teâlâ ise “Ey iman edenler, “râinâ” demeyin, “unzurnâ (bize bak) deyin.” (Bakara, 2/104) ayetiyle müminleri bu kelimeyi kullanmaktan menetmiştir.
İşte Yahudiler ya meclisinde, ya da kendisinden uzakta iken Resulullah s.a.) Efendimize karşı duydukları haset ve kin sebebiyle veya alay etmek, eğlenmek amacıyla bu üç suçu da işlemişlerdir. İki manaya gelme ihtimali de bulunan bir söz kullanırlar, ama onunla saygı, hürmet, değer vermek manasını değil, tahkir etme, küfretme manasını kastederlerdi. Dillerini eğip bükerler, dillerini evirip çevirip sözü hayır manasına gelmekten şer ve sövme manasına döndürürlerdi, İslâm’a dil uzatarak saldırırlardı. “Râinâ” sözleriyle “kulağını bize ver” demek istiyormuş gibi yaparlar, fakat gerçekte Peygamberimiz (s.a.)’e dil uzatarak ahmaklık manasını kastederlerdi. Bu ise adiliğin ve batıl üzerindeki cüretkârlığın en son derecesidir.
“Essâmü aleyküm” diye selâm vermeleri de dillerini eğip bükmeleri cür-mündendir. “Es-sâmü”, ölüm manasınadır. Yani “selâm size” demek ister gibi yaparlar, “ölüm size” manasına dillerini kıvırtırlardı. Rasul-i Ekrem (s.a.) Hazretleri de bu maksatlarını bildiği için cevapta sadece “ve aleyküm (= size de)” yani herkes ölecektir, derdi.
İbni Atıyye (öl. 541 H/1147 M.) der ki [5][65]: Bu, şimdiki Yahudilerde de mevcuttur. Çocuklarını buna göre yetiştirdiklerini, müslümanlara hitap ederken görünüşte saygı ifade eden kelimeleri nasıl hakaret manası kestederek kullanacaklarını ezberlettiklerini müşahede etmekteyiz.
Sonra Hak Teâlâ örnek bir hitap şekline tevcih ederek buyuruyor ki: Eğer onlar “Dinledik, itaat ettik, sen de bizim dediğimizi dinle, bize mühlet ver, acele etme ki dediklerini iyi anlayabilelim” demiş olsalardı, taşıdığı faydalı ve edepli üslûptan dolayı kendileri için daha hayırlı ve önceki söylediklerinden daha doğru olurdu.
Sonra Allah Teâlâ onların bu yakışıksız tasarruflarının sonucunu zikretmiştir: Allah’ın rahmetinden kovulmak, artık ebediyen hayra muvaffak olamamak. Hak Teâlâ onların lanete uğramalarına, ilâhî yardımdan yoksun kalmalarına inkârlarının sebep olduğunu belirtmektedir. Zira küfür, inkâr genel olarak tefekkürden, hitap ederken edep ve nezaket göstermekten alı-kor. İşte öyle kimseler iman etmezler, etseler de değer verilmeyecek derecede az ve basit şekilde bir imanları vardır. Kalpleri hayırlardan uzaktır, nasipsizdir. Faydalı olabilecek bir iman onların gönlüne girmez. İman da bulunmayınca ameli düzeltme, aklı yükseltme, ruhu yüceltme hususunda hiç bir ümit kalmaz. [6][66]