VEHBE ZUHAYLİ’NİN (RH.A) BAKIŞ AÇISIYLA AL-İ İMRAN SURESİ 121. VE 129. AYETLER

Uhud Savaşı, İslâm Ordusunun Düzenlenmesi, Bedir Savaşında Allah’ın Yardımının Hatırlatılması
121- Hani sen erkenden müminleri muharebeye elverişli yerlerde yerleştirmek üzere ailenden ayrılmıştın. Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.
122- O zaman içinizden iki zümre bozulmaya yüz tutmuştu. Halbuki Allah onların velisi idi. Müminler ancak Allah’a güvenip dayanırlar.
123- Andolsun ki siz zayıfken Allah size Bedir’de yardım etmişti. O halde Allah’tan sakının ki şükretmiş olasınız.
124- O vakit sen müminlere, “İndirilen üç bin melekle Rabbinizin size imdat etmesi size yetmez mi?” diyordun.
125- Evet, siz sabreder ve sakınırsanız, bunlar da ansızın üstünüze gelecek olurlarsa, Rabbiniz nişanlı beş bin melek ile size yardım edecektir.
126- Allah onu size ancak müjde için ve kalpleriniz onunla mutmain olsun diye yaptı. Yardım ve zafer ancak Aziz ve Hakîm olan Allah tarafindandır.
127- Kâfirlerden bir kısmını kessin ve baş aşağı etsin de mahrum ve zarara uğramışlar olarak geri dönüp gitsinler diye.
128- Emr’den sana ait hiç bir şey yoktur. Ya onların tevbelerini kabul eder yahut zalimler oldukları için onları cezalandırır.
129- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Dilediğine mağfiret eder, dilediğini de cezalandırır. Allah Ga-fûr’dur, Rahîm’dir.
Nüzul Sebebi
“Hani sen erkenden… ayrılmıştın.” Bu ayet-i kerime Uhud gazası hakkında nazil olmuştur. İbni Ebî Hatim ve Ebu Yala, el-Misver b. Mahreme’den şöyle dediğini nakletmektedirler: Abdurrahman b. Avfa, “Dayıcığım” dedim, “Bana Uhud gününde başınızdan geçenleri haber ver.” Dedi ki: “Âl-i İmran suresinin 120. ayetinden sonrasını oku, sen bizim o güne dair haberlerimizi orada bulursun. Yani Yüce Allah’ın, “Hani sen erkenden…” ayetinden itibaren, “Sonra o kederin ardından üzerinize bir emniyet, bir uyku indirdi…” (Âl-i İmran, 3/154) yani bundan sonra da yaklaşık altmış ayet kadarını oku (demiştir).
Yüce Allah’ın, “Emrden sana ait hiç bir şey yoktur.” (128. ayet) buyruğunun nüzul sebebi ile ilgili olarak Ahmed ve Müslim’in Enes’ten rivayetlerine göre Peygamber (s.a.)’üı Uhud gününde küçük azı dişi kırılmış, başı yaralanmıştı. Kan yüzünün üzerine akmış ve, “Rablerinin yoluna davet ettiği halde peygamberlerine bunu yapan bir kavim nasıl felah bulur?” diye buyurmuştu. Yüce Allah da, “Emrden sana ait hiç bir şey yoktur.” buyruğunu indirdi.
Ahmed ve Buharî de İbni Ömer’den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.)’ı şöyle buyururken dinledim: “Allahım, filâna lanet et, Alla-hım el-Haris b. Hişam’a lanet et, Allah’ım Süheyl b. Amr’a lanet et, Allah’ım Safvan b. Uyeyne’ye lanet et. Bunun üzerine: “Emrden sana ait hiç bir şey yoktur.” ayeti sonuna kadar nazil oldu ve bunların hepsine tevbe nasip oldu. Ayrıca Buharî Ebu Hureyre’den buna yakın bir rivayet kaydeder.
Hafız İbni Hacer der ki: Her iki hadisin arasını tevil etme yolu şudur: Resulullah (s.a.) Uhud günü sözü geçen olay meydana geldikten sonra namazında sözü geçen kimselere beddua etti. Ayet-i kerime de her iki hususa dair nazil olmuştur. Hem onun başına gelen iş hakkında, hem de onun kendilerine beddua etmesi üzerine inmiştir. Kısaca ayet-i kerime Uhud olayı ile ilgili olarak nazil olmuştur. Daha sonra meydana gelmiş başka bir takım olayları kapsaması da mümkündür. Buharî ve Müslim’in Ebu Hureyre’den naklettikleri bu ayetin nazil olmasından sonra, Resulullah (s.a.)’ın Ri’l ve Zekvân’a bedduadan vazgeçmesi ile ilgili kayda gelince: Bu haberde bir illet vardır. O da ez-Züh-rî’nin kendisinden haberi aldığı kişinin sözünü araya koymasıdır. Bu da, “Allah… buyruğunu indirinceye kadar” sözüdür. Çünkü sözü geçen bu olay, Uhud’dan sonra olmuştu.
Müslim’in rivayetinde ise şöyle yer alır: Hz. Peygamber sabah namazında şöyle derdi: “Allah’ım Ri’l’e, Zekvân’a ve Usayya’ya lanet et.” Yüce Allah, “Emr-den sana ait bir şey yoktur.” buyruğunu indirinceye kadar bu böyle devam etti.
Buharî’nin rivayeti ise Resulullah (s.a.) sabah namazında kıraeti bitirdikten sonra tekbir getirir, başını kaldırır ve “Semiallahu limen hamiden, Rabbena lekel hamd” dedikten sonra ayakta olduğu halde şöyle derdi: “Allahım el-Velid b. Velid’i, Seleme b. Hişam’ı, Ayyaş b. Ebi Rebîa’yı ve müminlerin mustaz’af olanlarını sen koru. Allahım, Mudar üzerindeki sıkıntı ve azabını daha da artır ve sen bu yılları onlar için Yusufun (yedi kıtlık) yıllan gibi yap. Allahım Lih-yân’a, RiTe, Zekvân’a, ve Allah’a ve Rasulüne isyan eden Usayya’ya lanet et.” Daha sonra Yüce Allah’ın, “Emr’den sana ait hiç bir şey yoktur. Ya onların tev-belerini kabul eder yahut zalim oldukları için onları cezalandırır.” ayeti nazil olunca da bunu terk ettiği haberi bize ulaştı.” şeklindedir. [1][97]
Bedir ve Uhud Savaşlarına Kısa Bir Bakış:
Bedir Savaşı:
Bedir savaşı, hicretin ikinci yılı Ramazan ayının 17’sinde Müslümanların Ebu Süfyan’ın kervanına saldırmalarından sonra vuku bulmuştu. Söz konusu bu kervan bir takım mal ve ticaret eşyası taşıyordu. Müslümanlarla Mekke müşrikleri arasında savaş ortamı vardı. Bu saldırı ekonomik bir baskı uygulamak için ve daha önce Mekke’de Kureyşlilerin Müslümanlara ait bir takım mal, akar ve mülklerin karşılıklarını almak maksadıyla yapılmıştı. Ancak kervana yapılan bu saldın Mekkelilere çok ağır gelmiş ve varlıklarının tehlikede olduğunun, Medine’de de müminlerin güçlendiklerinin farkına varmışlardı. Kin ve üstünlük duygulan şiddetle kalplerini doldurmuş, o bakımdan çeşitli Arap kabilelerinden kuvvet toplamaya başlamışlardı. Oldukça az sayıda kimse dışında Kureyşliler bu çağnya katılmıştı. Savaşa katılanların sayısı binden fazla idi. Bunlar arasında atlılar, kahramanlar ve Kureyş’in ileri gelenleri de vardı. Resulullah (s.a.) onların bu durumlannı işitince ashabıyla istişare etti, sonra da 313 kişi ile birlikte alelacele onlan karşılamak üzere yola çıktı. Beraberlerinde yalnızca iki at ve yetmiş deve vardı. Geri kalanlar ise piyade idi ve beraberlerinde yeteri kadar araç ve gereç yoktu.
Her iki ordu Bedir’de karşı karşıya geldi. Burası Mekke ile Medine arasında bir kuyunun adıdır. Bu kuyu da adını Bedir adındaki sahibinden almaktadır. Çoğunluğun görüşüne göre ise Bedir adı oralardaki bir su adıdır ve bu suyun adı o bölgenin de adı olmuştur. Savaş müminlerin parlak zaferi ile sonuçlandı. Müşrikler için bu büyük bir musibet idi. Savaş her iki kesimin akibetini belirleyen kesin bir sonuç ortaya koymuştu. Araplar arasında oldukça güçlü yankılara sebep oldu: O bakımdan Yüce Allah bu savaşa “Furkan Günü” adını vererek şöyle buyurmaktadır: “Eğer Allah’a ve kulumuza hak ile batılın ayrıldığı, iki ordunun birbiriyle karşılaştıkları gün (Furkan Günü) indirdiğimize inanmışsanız…” (Enfal, 8/41).
İşte bu savaşta azıcık bir topluluk sayıca kalabalık bir topluluğa karşı muzaffer olmuştur. “Andolsun ki siz zayıfken Allah size Bedir’de yardım etmişti…” Yüce Allah bu savaşta Müslümanlarla birlikte savaşan melekleri yardıma gödermişti. Yine bu savaşta Müslümanların az rastlanılır sebat ve cesaretlerinin boyutu ortaya çıktı. Resulullah (s.a.)’ın kendisi de bu savaşa katıldı ve fiilen de savaştı (Peygamber efendimiz bizzat 9 savaşa katılmıştı). Bu savaşta çarpışma esnasında iman, itikat ve Allah’a tevekkül unsuru gayet açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bu Resulullah (s.a.)’ın iki saffın birbirine girmeden önce yapmış olduğu şu duasında müşahhas ifadesini bulmaktadır:
“Allahım, sen bu topluluğu helak edecek olursan bundan sonra yeryüzünde sana ibadet olunmaz. Allahım, bana verdiğin sözünü yerine getir! Allah’ım senin yardımını talep ederim.” Nihayet ridası omuzlarından yere düşmüş, Hz. Ebu Bekir onu yerden alıp omuzlarına koymuştu. Daha sonra da onun yanından ayrılmayıp arkasından yürüyüp gitmişti. İleri derecede yalvarıp yakarmasından, Allah’a dua etmesinden ona acır hale gelmişti: “Hani siz Rabbinizden imdat istiyordunuz da O da,”Muhakkak ben size meleklerden birbiri ardınca binlercesiyle yardımcı olacağım” diyerek, duanızı kabul buyurmuştu.” (Enfâl, 8/9). [2][98]
Uhud Savaşı:
Bedir savaşından sonra müşriklerin Müslümanlara karşı olan öfkesi daha da arttı. Kureyşlilerin lideri Ebu Süfyan müşrikleri Resulullah (s.a.)’a karşı kışkırtmaya koyuldu. Bu maksatla mal topladılar ve yaklaşık üç bin savaşçısı bulunan bir ordu hazırladılar. Bunların yedi yüz kişisi zırhlı, iki yüz kişisi atlı idi. Başlarında da Safvan b. Umeyye vardı. Resulullah (s.a.) arkadaşları ile istişare etti. Aralarında münafıkların lideri ve Medine’deki Yahudilerin başı durumunda olan Abdullah b. Ubeyy’in de bulunduğu yaşlılar, Medine’de kalıp Medine sokakları arasında çarpışma teklifinde bulundular. Resulullah (s.a.) da Medine’nin dışına çıkmayı pek istemiyordu. Gençler ise Medine dışında savaşılması teklifinde bulundular. Bunlarla birlikte Bedir’e katılmamış yaşça ileri bazı kimseler de vardı. Bunlar “Ey Allah’ın rasulü, bizimle düşmanlarının karşısına çık. Onlar bizim kendilerinden korktuğumuz, zaaf gösterdiğimiz kanaatine kapılmasınlar” dediler.
Bu şekilde Resulullah (s.a.)’a ısrara devam ettiler; nihayet Resulullah (s.a.) evine girdi, savaş elbisesini giydi, hazırlıklarını yaptı ve dışarda savaşmayı benimseyen çoğunluğun görüşünü kabul etti. Daha sonra Medine’nin dışına çıkmayı teklif edenler pişman oldu ve “Ey Allah’ın rasulü, biz seni hoşuna gitmeyen bir işe zorladık, bunu yapmamamız gerekirdi, arzu edersen sen kal. Allah’ın selâmı üzerine olsun” dedilerse de Resulullah (s.a.) şu cevabı verdi: “Üzerine zırhını giyindiği takdirde savaşmadıkça onu çıkarması hiç bir peygambere uygun değildir.”
Resulullah (s.a.), bin yahut dokuz yüz elli kişilik ashabı ile dışarı çıktı. Bunlardan sadece yüz tanesi zırhlı idi ve iki tane at vardı. Medine’nin kuzey tarafında yaklaşık 3 km uzaklıkta Uhud dağı eteklerinde hicretin 3. yılında Şevval ayının cumartesiye rastlayan 7. gününde konakladı. Sırtını Uhud’a vererek karargahını kurdu ve saflarını düzenledi. Elli kişiden oluşan okçular kafilesini yerleştirdi. Dağın kenarında Abdullah b. Cübeyr’i de başlarına komutan tayin etti ve onlara, “Oklarınızla bizi koruyunuz. İster galip gelelim, ister mağlûp olalım yerinizden ayrılmayınız” dedi. İbni Hişâm’ın Sîret’inde şu ifadeler yer almaktadır: “Oklarınızla gelecek atlıları üzerimizden püskürtünüz ve bizi arkamızdan sarmalarına engel olunuz. Savaş ister lehimize ister aleyhimize olsun.” Zâdü’l-Meâd’da da şu ifade kullanılmaktadır: Kuşların askerleri kapıp götürdüklerini görecek olsalar dahi onlara yerlerinde kalmalarını, ayrılmamalarını emretti.
Resulullah (s.a.)’ın sancağı Mus’ab b. Umeyr’de idi. Kanatlarının birisinin başında ez-Zübeyr b. Avvam, diğerinin başında el-Münzir b. Amr vardı. Müşriklerin sağ kanadında ise Halid b. Velid, sol kanatlarına İkrime b. Ebî Cehl komuta etmekteydi. Sancaklarını ise Abduddâr oğullarından Talha b. Ebi Tal-ha taşıyordu. Okçularının başında -ki yüz kişi idiler- Abdullah b. Ebi Rebia vardı.
Münafıkların lideri arkadaşlarından üç yüz kişi ile birlikte, “O benim sözüme karşı geliyor da çoluk çocuğa itaat ediyor; “Zaten savaş olacağını bilseydik mutlaka arkanızdan gelirdik.” (Âl-i İmran 3/167) diyerek geri çekildi.
Ensar’dan Selime oğullan ile Harise oğulları neredeyse Uhud’a çıkamayacaklardı. Daha sonra Yüce Allah onlara tevfikini ihsan etti ve savaşa çıktılar. İşte Yüce Allah’ın, “O zaman içinizden iki zümre bozulmaya yüz tutmuştu. Halbuki Allah onların velisi idi.” buyruğunun ifade ettiği mana budur.
Münafıkların geri dönmesinden sonra Resulullah (s.a.) ile birlikte sadece yedi yüz kişi kalmıştı.
İki ordu karşı karşıya gelince Ebu Süfyan’ın karısı Utbe kızı Hind, diğer kadınlarla birlikte kalkıp tef çalmaya ve safların arkasından yürümüye başladılar.
Resulullah (s.a.)’m elinden kılıcı alıp bunun hakkını yerine getireceğini vaad eden Ebu Oücâne de savaşa katıldı. Karşısına kim çıktıysa onu öldürdü. Hamza b. Abdülmuttalib (Hz. Hamza) de çok çetin bir şekilde çarpıştı. Çok sayıda kahramanı öldürdü. Mus’ab b. Umeyr şehit edilince Peygamber (s.a.) sancağı Ali b. Ebî Talib’e verdi. Cübeyr’in kölesi Vahşi attığı bir mızrak ile Hz. Hamza’yı vurdu ve bu mızrak önden bacakları arasından çıktı; şehitlerin efendisi şehit oldu.
Müşrikler bozguna uğradı. Talha’nın elinden sancakları düştü. Onu oğlu aldı, daha sonra kardeşi. Eğer tepedeki okçular Peygamber (s.a.)’in emrine aykırı hareket ederek ganimetleri toplamak üzere koşup yerlerinden ayrılmamış olsalardı, zafer neredeyse Müslümanların olacaktı.
Halid b. Velid Müslüman ordusunun zaaf yerini fark etti. Müşrik atlılar ile birlikte yolun arka tarafından okçuların bulunduğu dağların üstünden Müslümanları çevirmeye başladı. Askerleri ile birlikte Müslümanlara büyük zararlar vermeye başladı. Herkesin arasında Muhammed (s.a.)’in öldürüldüğü haberi yayıldı. Müslümanlar geri dönüp kaçtılar. Resulullah (s.a.) atılan bir taştan isabet aldı ve yan tarafi üzerine düştü. Küçük azı dişi kırıldı, başı yaralandı.
Dudağı da yaralandı. Yüzünün üzerine kan aktı. Miğferin halkaları yanaklarına battı, diz kapaklarından isabet aldı. Kanlarını silerken, “Kendilerini Rable-rine davet ederken peygamberlerinin yüzünü kana boyayan bir kavim nasıl felah bulur?” diye buyuruyordu. Daha sonra Hz. Ali elinden tuttu ve Hz. Talha da yardım ederek onu ayağa kaldırdı
Daha sonra Resulullah (s.a.) Müslümanların arkalarından şöyle sesleniyordu. “Bana geliniz ey Allah’ın kulları. Ben Resulullah (s.a.)’ım” “Hani siz boyuna uzaklaşıyordunuz, kimseye de dönüp bakmıyordunuz. Peygamber de arkanızdan çağırıyordu. Bunun üzerine gamınıza (itaatsizliğinize) karşılık sizi bir gamla cezalandırdı.” (Âl-i İmran, 3/153) buyruğu buna işaret etmektedir.
Ebu Süfyan da şöyle demeye koyuldu: Ey Kureyş topluluğu hanginiz Mu-hammed’i öldürdü? Bu sefer Ömer b. Kamia, “Onu ben öldürdüm” dedi. KaTb b. Mâlik ise Muhammed’in kurtulduğunu müjdeleyen ilk kişi oldu. Allah onu müşriklerin zararından korumuştu. “Allah insanlardan seni koruyacaktır.” (Mâide, 5/67).
Hz. Peygamber, hayatı boyunca kendisini öldürmek üzere komplolar kuran Ubeyy b. Haleften başkasını fiilen öldürmüş değildir: “Attığında sen atmadın, fakat Allah attı.” (Enfal, 8/17) ayeti onun hakkında nazil olmuştur.
Uhud, Müslümanlar için oldukça ağır bir imtihan günüydü. Müslümanlardan yetmiş kişi şehit oldu. Müşriklerden öldürülenlerin sayısı ise yirmi iki kişi idi. Savaş alanında şehitlerin efendisi Hz. Hamza nihayet bulundu. Utbe kızı Hind karnını yarıp ciğerini çıkarmış, çiğnemeye koyulmuş ve fakat onu yuta-mamıştı. Ebu Süfyan sesinin çıkabildiği kadar etrafına şöyle bağırıp duruyordu: “Savaşta galibiyet taraflar arasında sırayladır. İşte bugün Bedir gününe karşılıktır. Yüce ol ey Hubel (Kabe 3rakınlannda bir putun adı), dinin üstün gelsin.” Ebu Süfyan beraberindekilerle birlikte geri döndüğünde şöyle dedi: Gelecek sene Bedir”de sizinle buluşalım. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: “Ona, evet, bu bizimle sizin aranızda bir buluşma günü olsun, deyiniz.”
Daha sonra Resulullah (s.a.), amcası Hz. Hamza’yı aradı. Karnının deşilmiş olduğunu, burnunun kesilmiş, kulağının koparılmış olduğunu gördü. Buna çok üzüldü ve şöyle dedi: “Şayet Allah beni onlara karşı muzaffer kılarsa onlardan otuz kişiye aynı uygulamayı yapacağım.” Daha sonra onu sırtındaki cübbe-siyle örttü ve namazını kıldı. Yedi tekbir aldı. Diğer şehitleri de yan tarafına dizdi. Onlar üzerinde yetmiş iki tane namaz kıldı. Daha sonra Hz. Hamza gömüldü. Resulullah (s.a.) diğer şehitlerin de gömülmesini emretti ve, “Onları şehit edildikleri yerde defnediniz.” diye buyurdu.
Açıkça anlaşıldığı gibi bozgunun sebebi okçuların Resulullah (s.a.)’ın emrine aykırı davranmaları ve ganimetlere tamah etmeleriydi. Bu savaş Müslümanlar için bir mihnet ve bir arındırma, bir eğitim idi. Müslümanlara; zaferin, gerekli sebepleri edinmeye bağlı olduğunu öğretti. Bozgunun ise, imanda bir gerileme, yakînde de bir sarsıntı anlamına gelmediğini ortaya koydu. İşte bundan dolayı da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Bunun üzerine Allah bir itaatsizliğe karşılık sizi cezalandırdı. Kaybettiğinize ve başınıza gelene üzülmeyesi-niz diye. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Âl-i İmran, 3/153). Yine Yüce Allah’ın şu buyruğunda da ifade ettiği gibi musibet kapsamlı gelir: “Bir de aranızdan yalnızca zulmedenlere gelip çatmayan bir fitneden (azaptan) korkunuz.” (Enfâl, 8/25). [3][99]
Açıklaması
Ya Muhammedi Hicretin üçüncü yılı şevval ayının cumartesiye rastlayan yedinci günü sabahleyin evinden çıktığın vakti hatırlat onlara! Sen müminleri savaşmak üzere yerleştiriyor, ordunu düzenliyordun. Bir topluluğu ok atıcıların bulundukları tepeye yerleştiriyor diğer bir kesimi sağ tarafa, diğerlerini sola yerleştiriyor, atlılar için de muayyen yerler tespit ediyordun.
Kendileriyle danıştığın hususlarda müminlerin söylediklerini Yüce Allah çok iyi işitendir. O hem, “Düşmanların karşısına çıkma ve onlar gelip üzerimize girinceye kadar Medine’de kal” diyenlerin hem de, “Medine dışında onlarla karşılaşmak üzere bizi dışarıya çıkar” diyenlerin sözlerini çok iyi işitendir. Allah her bir niyeti ve her bir fiili çok iyi bilir. Hatalı olsa bile sözü ihlâsla söyleyeni de, Abdullah b. Übeyy ve münafıklar topluluğu gibi isabet etmekle birlikte, münafıklık edeni de aynı şekilde bilir.
Yine Yüce Allah, Evslilerden Selime oğulları ile Hazreclilerden Harise oğullarına mensup Ensar’dan iki kesimin -ki bunlar Müslüman askerlerin iki kanadı olup yaklaşık üçte birine denk idiler- savaşa karşı zaaf korkaklık göstermek üzere olduklarını, münafıkların geri döndüklerini gördüklerinde de savaşa çıkmamayı içlerinden geçirdiklerini de çok iyi işiten ve bilendir. Fakat Yüce Allah imanlarındaki samimiyetleri dolayısıyla işlerini üstlenmiş, geri çekilmekten, zelil olmaktan onları korumuş, korkaklıktan, kaçmaktan yana himaye etmişti. Çünkü bir şeyi fiiliyata geirmeden yalnızca içten içe kararlaştırmak, Yüce Allah’ın, “Halbuki Allah onların velisi idi.” buyruğunun delâleti üe masi-yet sayılmaz. Müminler Allah’a tevekkül etmelidirler, Allah’a güvenmelidirler, O’nun desteğine güven beslemelidirler; kendilerine yardımcı olacak başkalarına değil. Ancak daha önceden gerekli sebepleri de gerçekleştirmiş olmaları, gerekli hazırlıkları yapmış olmaları, her çağa uygun şekilde ordu ve silah donanımını sağlamış olmaları gerekir. Çünkü insan sebeplere yapışmakla emrolun-muştur. Bundan sonra ise sonuçlan ve bu sebeplerin etkilerini Yüce Allah’a bırakmalıdır. Sayıca az müminler topluluğunu, kendi izniyle sayıca çok kâfirler topluluğuna -Bedir günü müminleri muzaffer kıldığı gibi- zafere kavuşturan Yüce Allah’tır.
‘ îşte bundan dolayı, müminlere Bedir günü Allah’ın yaptığı yardımının hatırlatılması gerekirdi. Sayıca, araç ve gereç itibariyle azdılar. Çünkü o sırada müminlerin sayısı üç yüz kişi, kâfirler ise bin kişi dolaymdaydılar. Beraberlerinde ise sadece iki at vardı. Müşriklerde ise pek çok at, zırh, süvari ve kahraman yiğitler vardı. İşte bu, zaferin sayı ve silah çokluğu ile değil, ancak Allah tarafından olduğunun delilidir. Nitekim Yüce Allah Huneyn günü hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Huneyn gününde de size yardım etmiştir. (O günde) çokluğunuzla bb’bür-lenmiştiniz, fakat bunun size bir faydası olmamıştı… Allah Gafûfdur, Ra-hîm’dir.” (Tevbe, 9/25-27). O’na itaat etmek, yasaklarından uzak durmak, sıkıntılara sabretmek suretiyle Allah’tan korkun ki O’nâ şükredenlerden olasınız veya kendinizi ona şükretmeye hazırlayasınız. Çünkü itaat, sabır ve sebat, nimet ve zafere karşı şükrün bir aracıdır.
Ya Muhammed, Bedir günü çoklukları dolayısıyla düşmanlarından korkuya kapılmış müminlere, kalplerine huzur vermek için vaadde bulunurken söylediğin şu sözleri de hatırlat: Rabbinizin sizlere üç bin melekle yardım etmesi size yetmez mi? Yüce Allah bu melekleri kâfirlerle savaşmak üzere indirmişti. İbni Ebî Şeybe, İbnül-Münzir ve başkaları eş-Şa*bîden şöyle dediğini nakletmektedirler: Resulullah (s.a.)’a ve ashabına Bedir günü Kurz b. Cabir el-Muharibî’nin müşriklere yardımcı olmak istediği haberi ulaştı. Bu iş hem Pey-gamber’e hem de Müslümanlara ağır gelmişti. Bunun üzerine Yüce Allah, “Sen müminlere… indirilen üç bin melekle Rabbinizin imdat etmesi size yetmez mi?.. Nişanlı beş bin melekle size yardım edecektir…” (Âl-i İmran, 3/124-125) buyruğunu indirdi. Daha sonra Kurz, Kureyşlilerin bozguna uğradıkları haberini aldı, onlara yardıma gelmeyip geri döndü. O vakit Allah tarafından bin melek ile yardıma mazhar olmuşlardı.
Katâde der ki: Meleklerle yardım Bedir günü olmuştu. Allah onlara bin melek göndererek yardım etmişti. Daha sonra yardıma gönderilen melekler üç bin, sonra da beş bin oldular. İşte Yüce Allah’ın, “Hani siz Rabbinizden imdat istiyordunuz da O da “Muhakkak ben size meleklerden birbiri ardınca binlercesi ile imdat ediciyim” diyerek duanızı kabul etmişti.” (Enfal, 8/9); “İndirilen üç bin melekle Rabbinizin size imdat etmesi size yetmez mi?” buyrukları ile, “Evet, siz sabreder, sakınırsanız bunlar da ansızın üstünüze gelecek olurlarsa Rabbi-niz nişanlı beş bin melek ile size yardım edecektir.” buyrukları buna işaret etmektedir. Bedir günü müminler sabrettiler, Allah’tan korktular, Allah da onlara vaad ettiği şekilde beş bin melek ile yardımcı oldu. Bütün bunlar Bedir günü müminlerin sayılarını artıracak şekilde, askere yardım ulaştırmak kabilinden maddî ve fiilî olmuştu. Melekler savaşa katılmışlardı. Buharî ve Müslim’de sabit bir çok rivayet de bunu pekiştirmektedir.[4][100]
Bu yardım, el-Menar tefsiri müellifinin ve bazı müfessirlerin eski görüşleri gibi manevî destek kabilinden değildi. Bu yanlış kanaatin sahipleri şöyle derler: Meleklerin çok oluşundaki fayda onların dua ve teşbih etmelerinden ibaretti ve o gün savaşçıların sebatını artırıyordu. Buna göre melekler Bedir günü savaşmamışlar, sadece müminlere sebat verilmesi için dua etmek üzere hazır bulunmuşlar. Ancak müfessirlerin çoğunluğunun benimsedikleri görüş birinci görüştür. [5][101]
İbni Abbas ve Mücahid der ki: Melekler yalnızca Bedir günü savaştılar. Bunun dışındakilerde ise hazır bulundular fakat savaşmadılar. Buna göre melekler ancak ya sayıca gelirler yahut manevî destek için gelirler.
Fahreddin er-Razî, Tkfsirül-Kebîr’iaâ.B der ki: Tefsir ve siyer alimleri Yüce Allah’ın Bedir günü melekleri indirdiği ve kâfirlerle birlikte savaştıkları hususunda ittifak etmişlerdir.[6][102] Buna göre Yüce Allah’ın, “O vakit sen müminlere “İndirilen üç bin melekle… size yetmez mi?” diyordun.” buyruğu Hz. Peygamberdin Bedir günü söylediği sözü hatırlatmaktadır.
İkrime ve ed-Dahhâk’tan da şöyle dedikleri nakledilmektedir: Hayır, bu, Uhud günü olmuştur. Allah sabrettikleri takdirde onlara yardim göndereceğini vaad etmişti. Fakat onlar sabretmediler. Bundan dolayı da tek bir melekle olsun onların imdadına koşmadı. Şayet imdatlarına gelinmiş olsaydı bozguna uğramazlardı.
Konuyla ilgili söylenenlerin özeti şudur: Tefsir alimleri “…yetmez mi diyordun?” buyruğunda sözü edilen vaad acaba Bedir günü mü olmuştu, yoksa Uhud günü mü? konusunda farklı görüşlere sahiptirler ve bu konuda iki görüş vardır. Birinci görüş Hasan-ı Basrî ve bir topluluğun görüşü olup Taberî’nin de tercih ettiği görüştür ve bu buyruk, Yüce Allah’ın, “andolsun ki… Allah size Be-dir’de yardım etmişti.” buyruğu ile alâkalıdır, ikinci görüş ise Mücahid’e ve bir diğer topluluğa ait olan görüştür. Buna göre burada sözü geçen vaad Yüce Allah’ın, “Hani sen erkenden… yerleştirmek üzere ailenden ayrılmıştın.” buyruğu ile alâkalıdır. Bu da Uhud günü olmuştu. Ancak zahir olan birinci görüştür.
Daha sonra Yüce Allah şunu hatırlatmaktadır: Evet üç bin melek ile yardımınıza gelmesi size yeterlidir. Daha sonra onları sabır ve takvaya teşvik etmek, kalplerini de pekiştirmek üzere sabredip takva sahibi oldukları takdirde, yardım için gönderecekleri bu meleklerin sayılarını beş bine kadar artıracağı vaadinde bulundu.
Eğer düşmanla karşılaşmaya sabreder, masiyetlerden, Resulullah (s.a.)’a muhalefet etmekten sakınırsanız, müşrikler de o anda sizinle savaşmak üzere gelirlerse, Allah size alâmetti, nişanlı beş bin melek ile imdat eder. “Nişanlı” kelimesindeki “vav” harfinin esreli veya üstünlü okunuşuna göre anlamında ufak bir farklılık olmaktadır. Birinci okuyuşa göre bizzat kendilerine yahut adlarına kendilerinin işaret koydukları, ikincisine göre ise omuzları üstünde sarkıtılmış sarı sarıklarla işaretlenmiş melekler demek olur. Nitekim el-Kelbî de böyle söylemiştir. ed-Dahhâk’tan nakledildiğine göre ise bunlar atlarının percemleri ve kuyruklarına beyaz yünler ile işaret koymuşlardı. Katade’den nakledildiğine göre ise siyah ve beyaz renkli atlar üzerinde idiler. Resulullah (s.a.) da ashabına, “Kendinize işaret yapınız; çünkü melekler de kendilerine işaretler yaptı” diye buyurmuştur.
Özetle Kur’an-ı Kerim Bedir günü müminlere bin melek ile yardım edildiğini göstermektedir. Bu yardım da Yüce Allah’ın şu buyruğunda zikredilmektedir:
“Hani siz Rabbinizden imdat istiyordunuz, O da, “Muhakkak ben size meleklerden birbiri ardınca bin melek üe yardım edeceğim” diyerek duanızı kabul buyurmuştu.” (Enfal, 8/9). Üç ya da beş bin meleğin yardıma gönderilmesini ise kimi tefsir alimleri kabul etmiştir. Şu kadar var ki Taberî şöyle demektedir: Ayet-i kerimede onlara üç bin melek ile olsun, beş bin melek ile olsun yardım gönderildiğine veya gönderilmediğine dair bir delalet yoktur. Yüce Allah’ın onlara yardım gönderdiğini kabul edenlerin rivayetlerine uygun olarak Allah’ın kendilerine yardım göndermiş olması mümkündür. Bunu kabul etmeyenlerin açıkladıkları şekilde Allah’ın onlara yardım etmemiş olması da mümkündür. Bu konuda kendilerine üç bin veya beş bin melek ile olsun yardım edildiğini kabul edenlerin görüşüne dair bizce sahih kabul edilebilecek bir haber bulunmamaktadır. [7][103]
Taberî şunları da eklemektedir:
Uhud’a gelince, onlara yardım edilmediğine dair delâlet yardım olunduğuna dair delâletten daha açıktır. Çünkü onlara yardım olunmuş olsaydı, bozguna uğramaz ve onlara bunca zarar verilmezdi.
Allah’ın melekler ile yardımı, ancak müminlerin zafer kazanacaklarına dair bir müjde ve Allah’ın yardım ve desteğinin onlarla birlikte olduğunu bilmeleriyle kalplerine huzur yerleştirmek içindi. Yani melekler ile yardımcı olmanın iki amacı vardır:
1- Düşmanlara karşı zafer müjdesi ve müminlerin kalplerinin sevinmesini sağlamak.
2- Allah’ın onlarla birlikte olduğuna, onları desteklediğine dair müminlere moral vermek ve böylelikle savaştan korkmalarını önlemek. Gerçek yardım ise ancak Azîz olan Allah nezdindendir. Azîz demek, asla yenilgiye uğratüamayan güçlü demektir. Hakîm ise, işleri en sağlam plan ve en doğru araçlara uygun olarak çekip çeviren, idare eden, uygun gördüğü maslahat sebebiyle zafer veren yahut bunu alıkoyan demektir.
Allah Bedir günü Müslümanları zafere kavuşturmuş ve melekleri yardıma göndermişti. Böylelikle öldürülmek ve esir edilmek suretiyle küfrün ve şirkin ileri gelenlerinden bir kesim helak olup gitmişti. Bedir günü Kureyş’in başlarından ve ileri gelenlerinden yetmiş kişi öldürülmüş, yetmiş kişi de esir alınmıştı. Yahut da Allah bozgun sebebiyle onları rezil etmek, öfkelendirmek için
Bedir günü Müslümanlara yardımcı olmuştu. Böylelikle isteklerini ele geçire-meden zarar etmiş olarak geri dönmüşlerdi. Bu da Yüce Allah’ın şu buyruğunu andırmaktadır: “Allah kâfirleri herhangi bir hayra nail olmaksızın kinleriyle geri çevirdi…” (Ahzâb, 33/25). Ya da İslâm’a girip Allah’a döndükleri takdirde Allah onların tevbelerini kabul eder, dilerse de küfiir ve düşmanlık üzere ısrar edecek olurlarsa onlara azap eder. Böylelikle onlar kendilerine zulmetmiş olurlar.
Daha sonra şanı yüce Allah işin tümüyle kendi elinde olduğunu beyan buyurmak üzere kendisinden önceki ve sonraki buyruklar arasında yer alan bir ara cümlesinde şöyle buyurmaktadır: Ya Muhammed, insanların emrinden (işinden) sana ait bir şey yoktur. Sana düşen yalnızca benim emrimi yerine getirmek, bana itaat etmektir. Senin görevin tebliğdir, hesaba çekmek ise bizim işimizdir. Onların yaptıklarından dolayı acı duyma. Onlara beddua etme, belki onların bir kısmı tevbe eder. Nitekim Ebu Süfyan, el-Haris b. Hişam, Süheyl b. Amr ve Safvân b. Ümeyye tevbe etmişlerdi.
Daha sonra şanı yüce Allah işin tümüyle kendi elinde olduğunu pekiştirmektedir. Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan her şeyin mülkü yalnız Allah’ındır. Hepsi O’nun yaratıkları ve O’nun kuludurlar. Onlar hakkında dilediği hükmü koyar. Bağışlamayı dilediği kimselere mağfirette bulunur. Azap etmek istediği kimseye de azap eder. Bu da O’nun bir hikmeti ve adaleti iledir. Ayrıca velilerinden sevdiği kimselerin günahlarını örten Gafur, itaat ehline merhametli olan Rahîm’dir. Bağışlar, affeder ve dilediği takdirde dünyada da ahirette de cezalandırmaz. İşte bu, peygambere ve onun ümmetine bir derstir. Çünkü iş bütünüyle Allah’a aittir, hepsi O’na boyun eğmektedir. Bu konuda mukarreb bir melek ile mürsel bir peygamber yahut bir başka insan arasında hiç bir fark yoktur. Bundan tek bir istisna mutlak meşîet gereğince ve belki ancak kıyamet gününde idrak edebileceğimiz bir hikmet dolayısıyla Allah’ın muayyen bir görevle müsahhar kıldığı yahut belli bir şefaatta bulunmak üzere izin verdiği kimselerdir. [8][104]