VEHBE ZUHAYLİ’NİN (RH.A) BAKIŞ AÇISIYLA NİSA SURESİ 71. VE 76. AYETLER

İslâm’da Kıtal (Savaşma) Esasları
71- Ey iman edenler, (düşmanlarınıza karşı) korunma tedbirinizi alın da küçük kıtalar (bölükler) halinde savaşa çıkın, yahut toptan seferber olun.
72- İçinizden (öylesi vardır ki) muhakkak ağır davranacaktır. Eğer size bir musibet gelip çatarsa der ki: “Allah bana cidden lütfetti. Çünkü onlarla beraber bulunmadım!”
73- Eğer size Allah’tan bir lütf u inayet gelirse (o zaman da), sanki sizinle kendisi arasında hiç bir dostluk olmamış gibi, muhakkak “Keşke ben de onlarla beraber olaydım da büyük bir murada (ganimete) ereydim” der.
74- Artık ahiret (saadeti) yerine (geçici) dünya hayatını satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşıp da öldürülürse, veya (düşmana) galip gelirse ona pek büyük bir ecir (mükâfat) vereceğiz.
75- Size ne oluyor ki Allah yolunda, acizlik ve ızdırap içinde bırakılıp “Ey Rabbimiz, bizi halkı zalim olan şu memleketten (kurtarıp) çıkar, bize senin tarafından bir sahip gönder, bize senin katından bir yardımcı yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda düşmanla savaşmıyorsunuz?
76- İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfirler de şeytan yolunda savaşırlar. O halde siz de şeytanın dostlarıyla savaşın. Şüphesiz ki şeytanın hilesi zayıftır.
Açıklaması
Allah Teâlâ burada mümin kullarına düşmanlarına karşı korunma tedbirlerini dikkatlice almalarını emrediyor. Bu müminlerin savaş için gerekli silahları hazırlamalarını ve savaşacak bir ordu kurmalarını gerektirir. Cenab-ı Hak savaşta izlenecek siyaseti de çiziyor, zafer ve ezici bir başarıya götürecek kıtal ve savaş kaidelerini de ortaya koyuyor.
Ey müminler, uyanık olun, korunma için gerekli tedbirleri alın. Düşmanlıkları def için hazırlık yapın. Çünkü bir çok şiddetli çarpışma ve hücumlara maruz kalacaksınız. Bu daimi bir emirdir, asırlar boyunca değişen savaş alet ve vasıtalarına, kaidelerine göre değişecek şekillerde yerine getirilir. Hz. Ebu Bekir (r.a.) Yemame harbinde Hâlid b. Velid’e şöyle demiştir: “Onlar sana karşı neyle savaşırsa sen de onlara karşı savaşta aynısını kullan: Kılıca karşı kılıç, mızrağa karşı mızrakla.” İşte kara, deniz ve hava savaşlarında dünyada hangi araçlar kullanılıyorsa ona göre hazırlık yapmak lâzımdır.
Müminin savaşlara atılmaktan korkması, çekinmesi doğru olmaz. Çünkü insanın eceli ne bir an gecikir, ne de bir an önce gelir. Müminlerin düşmana karşı güçlü olmak için imkânları dahilindeki bütün sebeplere yapışması gerekir. Bu hususta kaderi delil diye ileri sürüp sorumluluktan kaçmamalı, herhangi bir başarısızlık ve bozguna uğrama korkusundan dolayı ümitsizliğe düşmemelidirler. Hakim’in Hz. Aişe (r.a.)’den rivayet ettiği “Hazr (sakınma, tedbir), kadere karşı fayda vermez” hadisi, tedbirini alma işiyle çatışmaz. Zira tedbire baş vurmak da kaderin içindedir. Çünkü kader, işlerin sebebiyete muvafık olarak cereyan etmesi demektir. Yani müsebbekât, sonuçlar genel olarak sebeplerin miktarına göre meydana gelir. Hazr (tedbir) sebeplerden biri olduğuna göre tedbir almak da kader gereğince amel etmek olur.
“Küçük kıtalar (bölükler) halinde savaşa çıkın, yahut toptan seferber olun.” Savaş için arka arkaya topluluklar halinde, bölükler, kıtalar, birlikler olarak davranın, çıkın. Yahut düşmanın güç ve haline göre nasıl uygun görüyorsanız öylece toptan, birbirinizi takviye ederek seferber olun. Bu emir, İslâm ümmetinin cihad için daima hazır olması gerektiği manasınadır. Şu ayetin benzeridir: “Siz de onlara (düşmanlara) gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve (cihad için) bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bu hazırlıkla Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanınız olanları korkutasınız.” (Enfâl, 8/60).
Fakat iç cephede bulunan sizden bazısı cihaddan kendisi geri kalabilir, mü-cahidlerin harekâtına bazı engeller çıkarabilir, cihad azim ve gayretlerini kös-teklemeye kalkışabilir. Bunlar münafıklar veya zayıf imanlı ve korkak kişilerdir.
Bir kere münafıklar savaşa hiç rağbet göstermezler. Çünkü İslâm’ı ve Müslümanları sevmezler. Zayıf imanlı ve korkaklara gelince, zayıf karakterli, iradesi güçsüz veya korkak olduklarından cihada katılmakta tereddüt gösterirler.
Bunlar bulanık suda avlanmaya çalışırlar, sonuçları ve fırsatları, olayları kendi lehlerine değerlendirirler. Eğer başınıza ölüm, yenilgi gibi bir musibet gelip çatarsa kendi canlarını kurtarmış oldukları için çok sevinirler. Onlardan biri çarpışmada bulunmadığı için Allah’a hamdederler, bunu Allah’ın kendilerine bir lütfü sayarlar da sabırdaki ya da öldürüldükleri takdirde şehitlik rütbe-sindeki mükâfatları kaçırdıklarının farkına varmazlar.
Eğer size Allah’tan bir lütf u inayet yani bir nusret, zafer, ganimet gelirse, -sanki sizin dininize mensup değillermiş gibi- derler ki: Keşke savaşa katılsay-dık da biz de ganimetten bir pay kapsaydık.
Her iki durumda da onlar zayıf akıllı, dar görüşlü, zayıf imanlı, korkak kişilerdir. O yüzden Allah Teâlâ onları yermiş, Müslümanlarla bağlarının koptuğunu gösteren ince bir üslûpla “…sanki sizinle kendisi arasında hiç bir dostluk olmamış gibi…” buyurarak kınamıştır. Ayet dinleyen kimsede düşünce ve muhasebe duygularını harekete geçirmekte, onu hakiki durumu ve ayıpları üzerinde durmaya, değerlendirme yapmaya yöneltmektedir.
Allah Teâlâ daha sonra zayıfların halini beyandan kuvvetli olan müminlerin odak noktasını açıklama konusuna geçiyor. Görevi yerine getirmekten geri duranlar dairesinden bu büyük günahtan, cihaddan geri kalma günahından nefsi temizleme imkânı bulanların eriştikleri bir dereceye yükselmeyi ele alıyor. Cenab-ı Hak mümin kullarını kendi yolunda cihad etmeye, Mekke’de ve daha başka memleketlerdeki cihaddan aciz ve zayıf vaziyette bulunan erkek, kadın ve çocukları kurtarmak için çalışmaya teşvik ediyor.
Artık Allah yolunda, O’nun tevhid kelimesini yüceltmek, hak, tevhid, adalet, şeref, kuvvet, medeniyet dini olan İslâm’a yardım için ebedî olan ahiret hayatı karşılığında geçici, fani dünyayı satmış olan kimseler savaşsınlar. Ta ki Allah’ın kelimesi (tevhid akidesi) yükselsin, Allah’ın kelimesi en yüce, kâfirlerin kelimesi ise alçak olsun. Allah Teâlâ aziz, mutlak galip; hakîm, tek hüküm ve hikmet sahibidir.
Bu emirden sonra da Allah Teâlâ cihadın sevabını beyan eyleyerek savaşa terğib ve teşvik etmektedir. Kim Allah yolunda savaşıp da düşmana galip gelirse veya düşman ona galip olursa, Allah Teâlâ ona pek büyük bir ecir, cennet ve pek güzel mükâfatlar verecektir. Bu da cihad ve cihad etmenin şerefine delâlet etmektedir. Nitekim Müslümanlar, fetihten önce Mekke’de, Bilâl, Suheyb, Am-mâr ve ailesinin başına geldiği gibi müşriklerden pek şiddetli eza ve cefa görmüşlerdir.
Sonra ileri sürülebilecek özürleri geçersiz sayarak cihada daha fazla teşvik etmektedir. Allah Teâlâ’nm yolunda cihada, savaşa katılmanıza ne gibi bir engel ve özrünüz var ki? Bu suretle siz şirk yerine tevhidi, şer yerine hayrı, zulüm ve işkence yerine adalet ve merhameti yerleştireceksiniz. Kureyş kâfirlerinin hicret etmelerini engelleyip dinlerinden çevirmeye çalıştığı, aciz ve zayıf durumdaki erkek, kadın ve çocuklardan oluşan din kardeşlerinizi kurtaracaksınız.
Bunlardan bahsetmek hamaset ve mertlik duygularını galeyana getirir, insanı faaliyete geçirir, görev ve zayıfları zulümden kurtarmak için fedakârlık gösterme hissini uyandırır.
O zayıfların yardımcı ve el uzatacak kimseleri kalmamıştır. Bulundukları ağır işkence ve acılardan dolayı dua ediyorlar: Ey Rabbimiz, bizi, halkının kâfir olduğu, kullarına zulmedilen bu memleketten, Mekke’den çıkar. Bize senin tarafından bir dost gönder de işlerimizi üstüne alsın, bizi kurtarsın, canlarımızı ve ırzımızı korusun. Bize yine senin tarafından bir yardımcı yolla da bizi zulümden kurtarsın, zalimlere karşı bize yardım etsin, hicret etmemize yardımcı olsun. Önümüzde senin yüce kapından başka bir yol kalmadı, ey Allahımız!
Allah Teâlâ, ondan sonra Müslümanlara göre cihadın hedefleri ile savaşın müşriklerin gözündeki amaçları arasında bir karşılaştırma yapmıştır. Şöyle ki: Müminler şehit, hak, adalet, halklara insafla muamele kelimesi olan Allah’ın kelimesini yükseltmek için savaşırlar, yoksa zamanımızda yapıldığı gibi sömürgecilik kurmak, çıkar sağlamak, tecavüz etmek, zulüm, başkalarının mallarını ve servetlerini yağmalamak için değil. Kâfirler ise evhama dayalı amaçlar veya bayağı maddi hedefler, sadece şehvetlerini temin gayesi uğrunda savaşırlar. Onlar ancak şeytanın vesvesesine, putçuluğun yerleştirilmesine, küfür sistemlerine ve ehline yardıma razı olurlar, ganimet kapma peşindedirler yahut mücerred zafer kazanıp yenme, Arap kabilelerinin önünde şan ve şöhret kazanma duygusuyla övünerek nefislerine pay çıkarma, çalım satma amacını gütmektedirler.
Fakat kesin olan âkibet, en sonunda hakkın batıla galebe çalmasıdır. Çünkü hak güçlüdür, sabittir. Hak ehli daha izzetli ve sağlamdır. Batıl zayıftır, yenilir, ehli de daha zayıf ve korkaktır. Hak yücedir, onun üzerine başka şey yük-selemez. O sebeple Allah Teâlâ bu ayetlerle şu manada emir vermektedir: Ey müminler, şeytanın kendilerini evhama, kuruntuya düşürdüğü, zulüm ve tah-npte şeref ve yüksek bir makam bulunduğu şeklinde vesveseye kaptırdığı dostlarıyla, yardımcılarıyla savaşın. Onların kuvveti, sayıları ve silahları sizi aldatmasın. Çünkü şeytanın hilesi, tedbiri, vesvesesi zayıftır, olgun akıl ve yüksek fikir sahipleri katında hiç bir etkisi yoktur. Size gelince, sizin dostunuz Rahman’dır. O’nun dinine yardım ettiğiniz müddetçe sizin yardımcınız, işlerinizi tedbir ve muvaffak kılacak O’dur. Allah’ın askerleridir galip olacaklar. Allah’ın hizbi (dinine mensup olanlar)dır başarıya erecek olanlar. [1][5]