sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

VEHBE ZUHAYLİ’NİN (RH.A) BAKIŞ AÇISIYLA NİSA SURESİ 33. VE 35. AYETLER

VEHBE ZUHAYLİ’NİN (RH.A) BAKIŞ AÇISIYLA NİSA SURESİ 33. VE 35. AYETLER
05.06.2025
11
A+
A-

Her Varise Terekeden Hakkını Vermek

 

33- (Erkek ve kadınlardan) her biri için baba ve ananın, akrabaların terk ettikleri mirastan da varisler yaptık. (Akit ile) yeminlerinizin bağladığı kim­selere de hisselerini verin. Allah, her şeye hakkıyle şahittir.

 

Nüzul Sebebi

 

“Yeminlerinizin bağladığı kimseler” ayetiyle ilgili olarak İmam Ebu Dâ-vud Sünen’inde Dâvud b. el-Husayn’dan tahric etmiştir: Davud der ki: Ben er-Rabî’in kızı Ümmü Sa’d’e Kur’an-ı Kerim okuyordum. Ümmü Sa’d, Hz. Ebu Be­kir’in himayesinde büyümüştü. Bu ayete gelince (akadet) kelimesini (âkadet) diye â’yı uzatarak, “ahit yaptı” manasına gelecek şekilde okudum. Ümmü Sa’d hemen müdahele etti ve dedi ki: Hayır, o kelime (akadet) şeklindedir. Ayet, Hz. Ebu Bekir ve oğlu hakkında indi. Oğlu İslâm’ı kabul etmeyince Ebu Bekir de onu mirasından mahrum edeceğine yemin etmişti. Sonradan oğlu müslüman olunca, Hz. Ebu Bekir’e oğlunun da payını vermesi emredildi.

“Her biri için baba, ana ve akrabaların terk ettikleri mirastan varisler (me-vâli) yaptık.” Saîd b. el-Müseyyeb diyor ki: Bu ayet-i kerime, kendi oğulları ol­mayan adamları evlat edinip onları mirasçı kılan kimseler hakkında inmiştir. Allah Teâlâ onlar hakkında vasiyette bir pay kılınması hükmünü indirmiş, mi­rası ise zevil-erham ve asabe derecesindeki varislere vermiştir. Kendilerini ev­lat edinenlerin mirasını talep edenlerin iddiasını ise reddetmiş, ancak onlar için de vasiyet kısmından bir pay vermiştir. [1][49]

 

Açıklaması

 

Erkek ve kadınlardan her biri için mevâlî yani mirasçı ve asabe akrabalar yaptık. Bu kimseler, ana-baba ve akrabaların kendilerine bıraktığı mirası alır­lar.

İslâm gelmeden önce “Sen bana varis olursun, ben de sana varis olurum” diyerek kendileriyle kuvvetli yeminler edip ittifak kurduğunuz kimselere de mirastan hisselerini veriniz. Siz onlara bu konuda ağır yeminlerle ahit ve vaat­lerde bulunmuştunuz. Şüphesiz Allah bu akitler hususunda aranızda hakkıyle şahittir. Bu hüküm İslâm’ın ilk dönemlerinde idi. Daha sonra Allah Teâlâ bu hükmü Enfal süresindeki ‘Yakın akrabalar birbirlerine (diğer insanlardan) da­ha yakındırlar” ayetiyle neshetti.

Aynı şekilde hicretten sonra Medine’de Ensar ile Muhacirler arasındaki kardeşlik sebebiyle de birbirine mirasçı olma cereyan ediyordu. Hz. Peygamber (s.a.)’in aralarında tesis ettiği kardeşlik dolayısiyle bir Ensari’ye yakın akraba değil, bir muhacir mirasçı oluyordu. İşte o hüküm de “Her biri için mirasçılar (mevâlî) yaptık.” ayetiyle neshedildi.

Yani ittifak, velâ ve kardeşlik sebebiyle birbirine mirasçı olma hükmü nes-hedilmiştir. Ve biliniz ki Allah Teâlâ geçmişte de şu anda yaptıklarınıza vakıf ve muttalidir, o yüzden kıyamette yaptıklarınızın karşılığını size verecektir. Al­lah onlarla yaptığınız akit ve ahitlerinize şahittir ve O, vefakârlığı sever.

Ayetin “Herbiri için baba ve ananın, akrabaların terk ettikleri mirastan da varisler yaptık” kısmı hakkında müfessirlerin görüşleri dört farklı şekilde ifade edilmiştir:

1- Kendisine mirasçı olunan her bir insan için bıraktığı maldan alacak bir varis yaptık. Kelâm böylece tamamlanmıştır. “Baba-ana ve akrabalar” grubu ise mukadder bir sualin cevabıdır. Sanki “Varis kimdir?” denilmiş de, “Baba-ana ve akrabalardır” diye cevap verilmiştir.

2- “Baba-ana ve akrabaların geriye bıraktığı kimselerden varis olan her bir insan için mevruslar (kendisine mirasçı olunanlar) yaptık.” “mimmâ tereke = bıraktıklarından” lafzmdaki cer ile mecrur ise mahzuf bir kelimeye müteal­liktir, o mahzuf da muzafun ileyhin sıfatıdır, “mâ” harfi “men(=ki onlar)” mana­sınadır. Şu halde kelâm tek bir cümle olmaktadır.

3- Kendilerini varisler kıldığımız her bir kavim için ana-babalarının ve ak­rabalarının geriye bıraktıklarından bir hisse vardır.

4- Ana-baba ve akrabaların geriye bıraktığı mallardan her bir mal için onu eline alıp sahibi olacak varisler kıldık.

Müfessirlerifl “yeminlerinizin bağladığı kimseler” cümlesi üzerindeki gö­rüşleri:

Tercih edilen görüşe göre bu kısım daha önceki cümleden ayrıdır. Müfes-sirlerin tevilleri şu şekildedir:

1- Bunlardan murad; muvâlât (dostluk ittifakı) yoluyla mirasçı olan kim­selerdir. İlk devirlerde onların da mirastan paylan vardı, sonradan bu hüküm neshedilmiştir. İbni Cerîr ve başka zevat Katâde’nin şöyle söylediğini rivayet ederler: Cahiliye devrinde bir adam başka bir adama muahât yaparak derdi ki: “Kanım senin de kanındır, yakınım senin de yakınındır[2][50], öcüm senin de öcün­dür, savaşım senin de savaşındır, barışım senin de barışındır, sen bana mirasçı olursun, ben de sana mirasçı olurum, benim sebebimle senden talep olunur, se­nin sebebinle benden talep olunur, benim namıma sen diyet ödersin, senin na­mına da ben diyet öderim.” Böylece halif, müttefik olan kimsenin diğer halifin mirasında da altıda birlik bir hissesi olurdu. İşte bu çeşit muahedeler ‘Yakın akrabaların bazısı diğer bazısına öbür insanlardan daha yakındır.” (Enfâl, 8/75) ayet-i kelimesiyle neshedildi.

2- Bunlardan murad olunan kimseler; evlatlık edinme yoluyla nesebe ka­tılmış kişilerdir. Evlatlıklara da bu sebeple miras verilirdi. Enfal süresindeki ayet ile bu hüküm de neshedilmiştir.

3- Ayette, muâhât yoluyla kardeş olan kimseler murad olunmuştur. Ce-nab-ı Peygamber (s.a.) ashabından iki adam arasında kardeşlik bağı kurar, bu kardeşlik birbirlerine mirasçı olmaya sebep olurdu. Bu hüküm Enfal ayeti ile nesholunmuştur.

4- Ebu Müslim el-Horasanî’ye göre murad olunanlar; eşler yani karı veya kocadır. Nikâh’a akit ismi de verilmiştir.

5- el-Cübâî’ye göre murad; hulafâ yani “müttefikler” dir. “Yeminleriniz bağ­ladığı”  ifadesi “baba-ananm ve akrabaların” ifadesine matuftur. Yani baba-ananın ve akrabaların, yeminlerinizin kendilerini bağladığı kimselerin geriye bıraktığı her şey için varisler vardır; o varislere hisselerini veriniz, halif (müt­tefik) olana mal vermeyiniz.

6- Bu kimselerden murad; halifler (müttefikler)’dir. Kendilerine yardım edilir, nasihat ve güzel muamele, vasiyet gibi konularda haklar gözetilir. Yani onların mirasta değil, ölenin vasiyet ettiği miktarda haklan vardır. Bu görüş İbni Abbas’tan rivayet edilmiştir. [3][51]

 

Erkeklerin Kadınların Üzerine Muhafız Ve Reis Olmaları (Kıvâme), Karı-Koca Arasındaki Anlaşmazlığın Düzeltilmesi

 

34- Allah’ın insanlardan bir kısmını di­ğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için er­kekler kadınların yöneticisi ve koruyu-cusudur. Onun için saliha kadınlar ita­atkârdır. Allah’ın kendilerini koruması­na karşılık gizliyi koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadın­lara öğüt verin, onları yataklarda yal­nız bırakın ve (bunlarla yola gelmezler­se) dövün. Eğer itaat ederlerse artık on­ların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.

35- Eğer koca ile karının aralarının açıl­masından korkarsanız erkeğin ailesin­den bir hakem kadının ailesinden bir hakem gönderin. Barıştırmak isterlerse Allah onları. uyuşmaya muvaffak kılar. Şüphesiz ki Allah Alimdir, Habîrdir.”

 

Nüzul Sebebi

 

“Erkekler kavvâm (hakim)dırlar.” İbni Ebi Hatim’in tahric ettiğine göre Hasan-ı Basri şöyle demiştir: Bir kadın Rasul-i Ekrem (s.a.) Hazretlerine geldi, kocasının kendisini tokatladığını bildirerek Resulullah’tan yardım istedi. Resulullah (s.a.): “Ona da aynı ceza uygulansın” buyurdu. Bunun üzerine “Er­kekler kadınlar üzerinde kavvâm (hakim)dırlar” ayeti indi ve kadın, kocasına ceza verilmeksizin döndü gitti.

Mukâtil diyor ki: Bu ayet Sa’d b. er-Rabi hakkında indi. Sa’d, Ensarın na-kib(reis)lerindendi. Karısı Habîbe binti Zeyd de Ensardandı. Bir gün karısı kendisine kafa tutunca Sa’d onu tokatladı. Rasul-i Ekrem (s.a.) “Kocasından kı­sas (aynısıyla cezalandırma) hakkını alsın” buyurdu. Kadın babası ile birlikte bunun için dönüp giderlerken Resulullah (s.a.) onlara şöyle seslendi: “Dönü­nüz. İşte Cebrail (a.s.) bana geldi ve Allah Teâlâ onunla şu ayeti indirdi.” Hz. Peygamber ayeti okuduktan sonra şöyle buyurdu: Biz bir iş istedik, Allah Teâlâ bir iş diledi. Onun dilediği daha hayırlıdır. Bu şekil kısas kaldırılmıştır. [4][52]

 

Açıklaması

 

Erkek, kadının reisi, büyüğüdür, onun üzerinde hakimdir. Eğrilip yanlış yapınca onu tedip eder. Himayesini ve onun menfaatini gözeterek ihtiyaç ve ge­çimini sağlar. Cihad kadına değil erkeğe düşen bir görevdir. Kadının masrafla­rını ve geçimini sağlama mecburiyetinde olmasından ötürü mirasta erkeğin hissesi kadınınkinden bir kat fazladır.

Kıvâme (hâkim olma) sebepleri iki tanedir:

1- Yaratılıştan gelen fiziki özelliklerin bulunması: Erkeğin yaradılışı ve id­raki daha güçlü, aklı daha kuvvetli, duygu yönü daha dengeli, bünyesi daha sağ­lam olduğu için akıl, görüş, azim ve kuvvet bakımından kadına üstün kılınmış­tır. O yüzden Allah Teâlâ peygamberlik, rasul olma, imamet-i kübrâ (devlet baş­kanlığı), hakimlik ve ezan, ikamet, hutbe, cuma, cihad gibi dinin temel prensip­lerini ifa etme özelliklerini erkeklere vermiştir. Talak hakkının elinde olması, dörde kadar eş almasının mubah olması, cinayet ve had cezalarında şahitlik yap­ması, mirastaki hissesinin fazlalığı, gibi hususiyetler de erkeğe aittir.

2- Karısına ve yakın kadın akrabaya bakması, onların masraflarını karşı­laması erkeğe vaciptir. Kadına verilen değer ve şerefin sembolü, alâmeti olmak üzere mehir ödemek de erkeğe lâzım gelmektedir.

Bunlar dışında erkekler ile kadınlar hakları ve sorumlulukları açısından eşittirler. Bu nokta da İslâm’ın güzelliklerinden, iyi taraflarındandır. Allah Te­âlâ buyuruyor ki: “Erkeklerin maruf (meşru) şekilde kadınları üzerindeki (hak­ları) vardır. (Ancak) erkekler kadınlar üzerinde (daha üstün) bir dereceye sahiptirler.” (Bakara, 2/228). Bu üstünlük evi idare etmek, ailenin işlerini kontrol edip yürütmek, çekip çevirmek bakımındandır. Bunların hepsi birer borç ve gö­revdir ki erkeğin sorumluluk almak, hayatın yük ve sıkıntılarını onaylamak gi­bi kudretiyle münasip surette bulunmaktadır. Kadın ise bağımsız bir malî so­rumluluğa sahiptir ve tam bir hürriyet içinde mallarında tasarrufta bulunabilir.

Sonra Allah Teâlâ, evlilik hayatında kadının iki durumunu beyan etmek­tedir: Kadın ya itaatkâr (kânitât), ya da isyankâr, serkeş (nâşizât) durumda bulunur.

1- İyi Kadınlar (Sâlihât):

Bunlar Rablerinin emirlerine uyarlar, kocalarına itaat ederler. Kocaları­nın yokluğunda kendilerini, namuslarını, mallarını, çocuklarını, aile sırlarını korurlar, kocalarının hakkına riayet ederler.

“Allah kendi (hak)larını koruması dolayısiyle…” cümlesi, korunmasını Al­lah’ın emretmesi sebebiyle manasınadır. Allah Teâlâ, kocalar karşısında kadın­ların mehir, nafaka, güzel bir şekilde geçim sağlama gibi haklarını koruması karşılığında onlara kocalarına itaat etmelerini, haklarını korumalarını emret­mişler. Yani bu emir ve görev o hakları mukabilindedir. Cenab-ı Hak, kadınlara bu itaatleri ve kocanın yokluğunda haklarını korumaları üzerine büyük sevap­lar vaad etmiş, ama ihmal ve kusurlu davranmaları durumunda pek ağır ceza­lara çarptıracağını bildirmiştir. Beyhakî, İbni Cerîr ve başka hadis imamları Ebu Hureyre (r.a.)’den tahric ediyorlar: Resulullah (a.s.) şöyle buyurdu: “Ka­dınların en hayırlısı öyle bir kadındır ki ona baktığında gönlüne sevinç dolar, emrettiğin zaman sana itaat eder, ondan uzakta iken senin malın ve kendisi üzerindeki hakkını koruyup gözetir.” Sonra Resulullah (s.a.) “Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler” ayetini “…göze görünmeyeni koruyanlardır” cümlesine kadar okudu. İmam Ahmed, Buharî ve Müslim tarafından Ebu Hureyre’den nakledilen sahih hadiste de: “Deveye binmiş olan kadınların en hayırlıları Ku-reyş kadınlarıdır. Çocuğa küçükken en çok şefkat gösteren, kocanın elindekileri en iyi koruyup gözeten onlardır.” buyurulmuştur.

2- İsyankâr, Serkeş Kadınlar (Nâşizât):

Bunlar evlilik esaslarına, haklarına ve sorumluluklarına karşı çıktığını sandığınız veya bildiğiniz kadınlardır ki koca onlara karşı şu yolu izler:

1- Gönüllerine tesir edecekse öğüt ve irşadda bulunmak: Koca, karısına “Allah’tan kork, senin üzerinde benim hakkım vardır. Şu halinden vazgeç, ba­na itaat etmen farzdır” gibi sözler söyler. Allah’tan korkutarak, Allah’ın cezası ile tehdit ederek, sonunun kötü olacağı, mesut bir evlilik hayatında mahrum kalacağı şeklinde ona nasihat eder. Böyle bir korkutma ve öğüt verme, belki onun nüşûz (isyan) ve serkeşliğini terk ettirir.

2- Yalnız bırakmak, yatağından uzak durmak: Bu, cinsel ilişkiyi terk et­mekten kinayedir veya onunla aynı yatakta yatmamak demektir. Üç günden daha fazla konuşmamak ise helâl değildir. Böyle davranmak, kadının yalnızlık hissetmesini, durumunu gözden geçirip yaptıkları üzerinde iyice düşünmesini en etkili şekilde sağlayacaktır. İbni Abbas diyor ki: Kadın yatakta kocasına ita­at ediyorsa kocanın onu dövme hakkı yoktur.

3- Fazla acıtmayacak derecede dövmek. Bu, acıtacak şekilde olmamalıdır. Meselâ omuzuna el ile veya misvak yahut hafif bir çubukla hafif şekilde üç ke­re vurulabilir. Çünkü maksat İslah etmek olup başka bir gaye yoktur. Cessâs’m Cabir b. Abdillah yoluyla tahricine göre Hz. Peygamber (s.a.) Arafat’ta vadide hutbe irad edip şöyle buyurdu: “Kadınlar hakkında Allah’tan korkunuz. Şüphe­siz ki onları Allah’ın emanetiyle aldınız ve Allah’ın kelimesi (nikâh akdi) ile ferclerinden helâl olarak yararlandınız. Sizin onlar üzerindeki hakkınız yatağı­nızı yabancılardan korumalarıdır. Hoşlanmadığınız kimselerin evinize girmele­rine izin verirlerse onları hafif şekilde dövünüz. Onların sizin üzerinizdeki hak­ları da yemelerinde ve giyimlerinde onlara iyi bakmanızdır.” İbni Cerir et-Taberî de bunun benzeri bir hadisi rivayet etmiştir.

İbni Cüreyc de Atâ’nm şöyle dediğini rivayet etmektedir: Fazla şiddetli ol­mayan dövme misvak ve benzeri şeyle olur. Aynısı İbni Abbas’tan da nakledil­mektedir. Katade, bunun iz bırakmayacak hafif bir dövme şeklinde olduğunu söylemektedir. [5][53]

Dövme helake götürecek şekilde olursa kocasının tazminat ödemesi lâzım gelir. Kur’an öğretirken, eğitim sırasında meşru olmayacak şekilde çocuğu dö­ven hocanın tazminat ödemesinin vacip olması gibi.

Kocanın peşpeşe aynı yere vurmaması, yüze vurmaktan da sakınması ge­rekir. Çünkü yüz, güzelliklerin toplandığı bir yerdir. Vururken bir şey kullan­mamalı, hafif bir şekilde vurmaya dikkat etmelidir. Zira gaye o fiilden vazge­çirmek ve te’diptir, yoksa bazı cahillerin yaptığı gibi acıtmak, eza ve işkence et­mek değildir.

Hafif şekilde dövmek mubah olduğu halde alimler terk edilmesinin daha faziletli olduğunda ittifak etmişlerdir. İbni Sa’d ve Beyhakî’nin Hz. Ebubekir es-Sıddîk (r.a.)’in kızı Ümmü Kulsûm’den, şöyle dediğini tahric etmişlerdir: Er­kekler kadınları dövmekten nehyedilmişlerdi. Sonra Resulullah (s.a.)’a kadın­ları (cüretlerini artırdıkları) şikayet edince o da dövme hususunda erkekleri serbest bıraktı ve şöyle buyurdu: “Hayırlılarınız dövmeyecektir.” Hz. Ömer (r.a.) de bu konuda: “Onları hayırlılarınız olarak bulmayacaksınız.” buyurmuş­tur. Muamelede iyiliği emreden: “Ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle salmak…” (Bakara, 2/220) ayetinin de gösterdiği şekilde hadis ve eser (sahabi sözü), döv­meyi terk etmenin daha iyi ve evlâ olduğuna delâlet etmektedir. Başka bir ha­dis de bu hususu teyit etmektedir. “Biriniz karısını köle döver gibi dövüyor, sonra da günün sonunda onunla aynı döşekte mi yatıyor!..”

Şayet size itaat ederlerse artık onlar aleyhine onları dövmek için, zarar vermek için bir yol, bahane aramayın. Yahut işkence ve eziyet verecek bir yol kullanarak onlara zulümde bulunmayın.

Şüphesiz ki Allah Teâlâ, evvelden de, halen de çok yüce ve çok büyüktür. Kahhâr ve Kadîr sıfatlarına maliktir. Kadınlara karşı da adildir, onların hakları­nı da tam olarak alır. Siz erkekler kuvvetiniz, makam ve mevkiniz, dereceniz se­bebiyle gurura kapılmayınız. Bu, kadınlara zulmetmeleri durumunda kocalara yönelik bir tehdittir. Denilmiştir ki: Bundan maksat kocaları, kadınların tevbele-rini kabul etmeye teşviktir. Yüce ve büyük Allah Teâlâ asi kulların tevbesini ka­bul ettiğine göre sizlerin kadının tevbesini kabul etmeniz daha uygun ve lâzımdır.

Yukarıdaki cezalar sırasına göre mi meşru kılınmıştır?

Bazı alimlere göre, bu cezalar toplam olarak meşru kılınmıştır, aralarında bir sıra ve tertip gözetilmemiştir. Çünkü “vâv” harfi tertibi (sıralamayı) gerek­tirmez.

Diğer bir kısım alime göre ise lafzın zahiri her ne kadar mutlak olarak toplamını gösterse de ayetin özü tertibe delâlet etmektedir. Zira “vâv” harfi, kuvvet yönünden farklı olan ve zayıftan kuvvetliye doğru giden öğüt, yatakta terk etme ve dövme şeklinde sıralanmış cezaların başına gelmiştir. Açıkça te-derrüç (basamak basamak çıkma) yolunu iltizam eden bir üslûp kullanılmıştır. Bu görüş Hz. Ali (r.a.)’ye rivayet olunmuştur.

4- Hakem tayin etmek: Allah Teâlâ bu safhada hakemlere karı ile kocaya ve akrabalarına hitap ederek buyuruyor ki: Karı-koca arasında ihtilâf, çekişme ve düşmanlık bulunduğunu öğrendiğinizde iki hakem gönderin. Birisi erkeğin ailesinden, öteki kadının ailesinden olsun. Görevleri karı-koca arasında duru­mu gerçek yönüyle anlayıp ihtilâf sebebini öğrendikten sonra onları barıştır­mak, aralarını bulmaktır. Hakemler sıdk ile barışmayı isterler, halisane bir ni­yetle çalışırlar ve Allah rızası için nasihatte bulunurlarsa, Allah onları bu mü­him işte muvaffak kılar, hayıra eriştirir, uyuşmalarını ve anlaşmalarını sağlar. Karı-kocanm eski sevgi, şefkat ve ülfetlerine yeniden dönmeleri mümkün olur, aracılıklarına bereket ihsan eder. “Barıştırmak isterlerse” cümlesinde kastedi­lenler hakemler, “aralarında onları (uyuşmaya) muvaffak eder” cümlesinde kastedilenler karı ile kocadır.

Hiç şüphe yok ki Allah Teâlâ önceden de, halen de hakkıyle bilici, her şey­den haberdardır; ihtilâfa düşenlerin arasının nasıl bulunacağını, ayrılanların nasıl bir araya getirileceğini çok iyi bilir. Nitekim diğer bir ayette de: “Sen yer­yüzünde olan (her) şeyi tamamen harcamış olsan yine onların gönüllerini (böy­le) birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı.” (Enfâl, 8/63) buyurmaktadır.

“Hakem gönderiniz” ayetindeki emir, bunun vacip mi, mendup mu, yoksa müstehap mı olduğunu ifade etmektedir. İmam Şafiî’ye göre emir vücup içindir. Çünkü bu da zulümleri kaldırmak kabilindendir. Zulmü önlemek ise geneldir ve hakim üzerine düşen kuvvetli farzlardandır. Emrin zahiri de öyledir.

Hakemlerin karı ile kocaların akrabaları arasından olması ise müstehap-tır. Yabancılardan olmaları da caizdir. Çünkü hakemlerin görevleri karı-koca arasındaki gerçek durumu öğrenip barıştırma ve hangisinin haksız olduğuna şahitlik etme işlerini yürütmektir; bu akraba olan kişiyle gerçekleştiği gibi ya­bancı bir şahıs vasıtasıyla da gerçekleşir. Lâkin evlâ olan her iki hakemin de kan-kocanın akrabalarından olmalarıdır. Böylelikle evlilik hayatının sırları muhafaza edilmiş, isimlerinin lekelenmesi önlenmiş olur. Çünkü akrabalar ka-rı-kocanın halini yabancılardan daha iyi bilirler, ıslâh ve barıştırmak için daha titiz davranırlar, eşlerden birine meyletmekten daha uzaktırlar ve insan gönlü onlara daha çok emniyet duyar.

Hakemler, İmam Malik ve Şabî’ye göre -ki bu aynı zamanda Hz. Ali ve İb-ni Abbas’ın da görüşüdür- eşleri birleştirir veya ayırabilirler. Karı-ocanın izni bulunmaksızın aldıkları ayırma kararı iki tarafı da bağlayıcıdır. Boşama veya kadının malından bir miktar fidye ödemesi şekillerinden hangisi maslahata uygun ise onu yaparlar. Bir bâin talak’tan fazla bir yetkileri de yoktur. Malikî-lerden İbnül-Arabi “Erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir ha­kem” ayeti hakkında der ki: Bu, iki hakemin vekil değil, kadı (hakim) konu­munda oldukları hususunda Allah Teâlâ tarafından irad edilmiş bir nastır. [6][54]

Şafiî ve Hanbelüere göre, karı-kocanm rızası bulunmadan hakemler onla­rın arasını tefrik edemezler, ayrılma kararı veremezler. Onlara göre hakemler eşlerin vekilleri konumundadırlar.

Hanefilere göre ise hakemler uygun gördükleri kararı kadıya arz ederler, onların raporuna göre ancak hakim, bir bain talak ile boşama kararı verir. Ka-rı-koca vekâlet vermeden hakemler karar alamazlar. Şu halde Hanefîler ile Şa­fiî ve Hanbelîlerin görüşleri aynı olmaktadır.

Ayette iki görüşten birini tercih ettirecek bir taraf bulunmamaktadır. Ak­sine her iki görüş lehine şehadet edecek yönler vardır. Hakemlerin bu ismi al­ması birinci görüş lehine sayılabilir. Çünkü hakem, hakim demektir, hakim de hüküm verme imkânına sahip olan kişidir. İkinci görüşe delâlet eden husus ise Allah Teâlâ’nın hakemlere sadece ıslah ve barıştırma görevini vermesi, onun dışında başka bir şeyi onlara havale etmemesidir. Meselede içtihat cereyan et­tiğine göre kıyas, ikinci görüşün tercih edilmesini gerektirir. Çünkü eşler, ha­kem tayininden önce talaka veya fidye ödemeye mecbur değildirler. Hakem ta­yininden sonra da hakem onları bir şeye mecbur kılamaz. Erkeğin talak verme­si de, kadının bir miktar mal vererek fidye ödemesi de kendi rızalarına bağlı­dır. Hakemler ihtilâfa düşerlerse sözleri geçerli sayılmaz ve karı-kocanın itti­fak ettikleri şeyden başka bir şey de lâzım gelmez. Karı-kocanm bir kişinin ha­kemliğine baş vurması da caizdir. O zaman onun vereceği hüküm, eşlerin daha önceden rıza göstermelerinden dolayı geçerlidir. [7][55]

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.