VEHBE ZUHAYLİ’NİN (RH.A) BAKIŞ AÇISIYLA EN’AM SURESİ 80. VE 83. AYETLER

Hz. İbrahim İle Kavmi Arasındaki Tartışma
80- Kavmi ona karşı delil getirmeye kalkıştı. O dedi ki: “Bana hidayet vermişken Allah hakkında benimle hala tartışıyor musunuz? Ben O’na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Meğer ki Rabbim bir şeyi dilemiş olsun. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır, hala düşünüp öğüt almayacak mısınız?
81- Allah’ın hakkında delil indirmediği bir şeyi siz O’na ortak koştuğunuz halde korkmuyorsunuz da ben sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım. Şimdi gerçekten biliyorsanız (söyleyin): İki gruptan hangisi emin olmaya daha lâyıktır?
82- İman edenler, imanlarına da zulüm karıştırmayanlar işte emin olmak (hakkı) onlarındır. Onlar doğru yolu da bulmuşlardır.
83- İşte bu, İbrahim’e kavmine karşı verdiğimiz hüccetimizdi. Biz dilediğimizi derece derece yükseltiriz. Şüphe yok ki Rabbin Alîm’dir, Hakimdir.
Nüzul Sebebi
“İman edenler…” mealindeki 82. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim, Bekr b. Savâde’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Düşmanlardan birisi Müslümanlara hamle yaptı, bir Müslümanı öldürdü. Daha sonra bir hamle daha yaptı, bir diğerini öldürdü, sonra şöyle dedi: Peki bundan sonra Müslüman olmamın bana bir faydası olacak mı? Resulullah (s.a.), “Evet” deyince atını mahmuzlayarak Müslümanların arasına girdi, sonra (önceki) arkadaşlarına bir hamle yaptı, bir kişi öldürdü, sonra bir diğerini, bir diğerini öldürdü, daha sonra kendisi öldürüldü. Bekr b. Savâde der ki: Onlar (ashab) şu, “İman edenler, imanlarına da zulüm karıştırmayanlar…” ayet-i kerimesinin onun hakkında nazil olduğu görüşündeydiler. [1][48]
Açıklaması
Kavmi Hz. İbrahim’le tevhid ilkesi hakkında tartışmaya koyuldu. Hz. İbrahim tevhidi onlara fikrî düzeylerine göre anlayabilecekleri şekilde kesin delillerle ispat edip yalnızca Allah’a ibadetin zorunluluğunu ortaya koyunca bu sefer şirkleri hakkındaki şüphelerini açıklayarak onunla tartıştılar ve şöyle dediler: Tanrıların çokluğu Alah’a imana aykırı değildir. Çünkü bunlar Allah nez-dinde şefaatçilerdir. Böylelikle onlar atalarını taklide ve benzeri hususlara sıkı sıkıya yapıştılar. Yüce Allah şu buyruğu ile onlara verilen cevabı zikretmektedir: “O dedi ki: Bana hidayet vermişken Allah hakkında benimle halen tartışıyor musunuz…” Yani Allah’ın emri ve başka ilâh olmadığı hususunda benimle nasıl tartışırsınız? Halbuki Yüce Allah bana hakkı göstermiş, beni hakka iletmiş bulunuyor. Ben O’ndan gelen apaçık bir delile sahip bulunuyorum. Nasıl olur da şirk koşmanız ve elinizde hiç bir delil bulunmadığı halde geçmişlerinizi taklit etmeniz hususlarında, ortaya attığınız iddialarınıza ve sapıklıklarınıza iltifat edebilirim?
Sizin izlediğiniz yolun batıl olduğunun delillerinden birisi de şudur: Tapındığınız bu tanrılar hiç bir şeyi etkileyemezler. Ben onlardan korkmuyorum, çekinmiyorum, onlara aldırmıyorum. Çünkü bu putların hiç bir zararı, hiç bir faydası yoktur. İşitmezler, görmezler, başkalarına yardımcı olamazlar, şefaatçilikleri de yoktur. Eğer bunların yapabilecekleri bir şey varsa haydi onlar aracılığıyla bana istediğiniz kötülüğü yapın ve bana mühlet de vermeyin. Aksine bu konuda elinizi olabildiğince çabuk tutun.
Ben Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden asla korkmam. Şu kadar var ki, Rabbim’in hoş olmayan bir şeyin bana gelip çatmasını dilemiş olması müstesna. O’nun dilediği kaçınılmaz olarak gerçekleşir. Zira Yüce Allah’tan başka fayda ve zarar verme gücüne sahip kimse yoktur, her şeye gücü yeten O’dur.
Daha sonra Yüce Allah bundan önceki buyrukların gerekçesini, “Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır” ayetiyle göstermektedir. Yani O’nun bilgisi bütün eşyayı kuşatmaktadır. Hiç bir gizli şey O’na gizli değildir. Rabbim belki de bu putları bir kenara itip onları parçalamaya davet ettiğim için (sizin aracılığınızla ve buna gazabınız dolayısıyle -Çeviren.-) hoşa gitmeyen bir durumla beni karşı karşıya bırakabilir.
Siz niçin bu hususu ve benim size açıkladığım diğer hususları düşünüp de iman etmezsiniz? Yani bu putların batıl olduğu üzerinde ibretle düşünüp onlara tapınmaktan vazgeçmeyecek misiniz? Bu, Hud (s.a)’un kavmi olan Âd’e karşı gösterdiği şu delilleri andırmaktadır: “Dediler ki: Ey Hud, sen bize apaçık bir delil getirmedin. Biz de senin sözüne binaen tanrılarımızı terk edecek değiliz. Biz sana inananlar da değiliz. Biz ancak şunu söyleriz: Bazı ilâhlarımız seni fena çarpmış. Dedi ki: Ben gerçekten Allah’ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki, ben sizin Allah’ı bırakıp da O’na ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım. Artık hepiniz hakkımda istediğiniz tuzağı kurun, bundan sonra da bana bir süre tanımayın. Şüphesiz ki ben, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Yeryüzünde ne kadar canlı varsa hepsinin alnından (perçeminden) tutan O’dur. Benim Rabbim gerçekten doğru bir yol üzeredir.” (Hud, 11/53-56)
Sizler, sizi yaratan Allah’a vahiy ile olsun, aklî olsun hakkında herhangi bir delil indirmemiş bulunduğu şeyleri Allah’a ortak koşmaktan korkmadığmız halde, ben sizin Allah’tan başka tapındığınız putlardan nasıl korkarım? Sizin bu yaptıklarınızın yaratmada, kâinatı yönetmede ortak yahut da aracı ve şefaatçi olduklarına dair ispatlayıcı hiç bir deliliniz yoktur. Aklî ve naklî deliller Yüce allah’ın bir tek ve Samed olduğunu göstermektedir. Asıl akibetinden korkulması gereken şey, buna rağmen hâlâ şirk koşmanız ve bu konuda hak yolu izleme imkânını kaybetmenizdir.
“Nasıl” sorusunda inkâr anlamı vardır. O, onların -kendileri Allah’tan korkmuyorken- kendisini putlarla korkutmalarını inkâr ve red etmektedir. Yani sizler gücü her şeye yeten Allah’tan korkmazken ben nasıl olur da cansız bir varlıktan korkarım? İbni Abbas ve başkaları ayette geçen “Bir delil-sultan” ifadesini hüccet diye açıklamışlardır. Yani onu ispatlayacak bir delil yokken demektir. Yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi: “Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği şeyleri dinden kendilerine şeriat yapan ortakları mı vardır?” (Şûra, 42/21); “Bunlar, Allah haklarında hiç bir delil indirmediği halde ancak-sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlerdir.” (Necm, 53/23).
Gerçek bu olduğuna göre, iki kesimden hangisi kıyamet gününde Allah’ın azabından yana güvenlik altında olmaya, akidesi dolayısıyla dünyada güvenlik duymaya ve korkmamaya daha lâyıktır? Muvahhidler kesimi mi, müşrikler kesimi mi? İki kesimden hangisinin tutumu doğrudur? Zarar ve faydayı elinde bulundurana ibadet edenler mi, yoksa ellerinde bir delil bulunmaksızın faydası ve zararı da olmayan şeylere ibadet edenler mi? Burada, “Bizden hangimiz güven duymaya daha lâyıktır?” ifadesiyle yetinilmeyerek açıkça iki kesimden söz edilmesi böyle bir cevabın, her bir muvahhid ve müşrik hakkında genel olduğunu, yalnızca Hz. İbrahim’in muhataplarına has olmadığını belirtmek içindir. Bu ifadenin genel olması, onların hakka kulak verip dinlemekten nefret ederek uzaklaşmamaları için açıktan açığa hatalı olduklarını bildirmeyerek inada sapmamalarını önlemek içindir.
“Eğer biliyorsanız…” Yani eğer sizler bu hususa dair bilgi ve basiret sahibi iseniz, haydi onu bana bildiriniz. Bu da onları hakkı itiraf etmeye yönelten bir üslûptur.
Daha sonra Yüce Allah güvenlik duymaya kimin daha lâyık ve hak sahibi olduğunu şöylece bildirmektedir: “İman edenler, imanlarına da zulüm karıştırmayanlar…” Yani Allah’ın varlığını ve birliğini tasdik edenler, O’na hiç bir şeyi ortak koşmaksızm yalnızca ve ihlâsla Allah’a ibadet edenler, imanlarına kendilerini fasıklığa götürecek bir masiyet bulaştırmayanlar, işte onlar kıyamet gününde güven altında olacaklardır.
Ahmed, Buharî, Müslim ve Tirmizî, Abdullah b. Mes’ud’dan şöyle dediğini rivayet ettiler: “İmanlarına zulüm karıştırmayanlar…” ayeti nazil olunca, Hz. Peygamberin ashabı şöyle sordu: “Bizden kendisine zulmetmeyen kim vardır ki?” Bunun üzerine, “Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür.” (Lokman, 31/13) ayeti nazil oldu. Bu Buharî’nin rivayetidir. İmam Ahmed’in rivayeti ise şöyledir: Şu, “İman edenler imanlarına da zulüm karıştırmayanlar…” ayeti nazil olunca, bu insanlara ağır geldi ve şöyle dediler: Ey Allah’ın rasulü, nefsine hangimiz zulmetmiyor ki? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Burada kastedilen sizin anladığınız değildir. Sizler o salih kulun şu: “Oğulcuğum Allah’a ortak koşma. Çünkü muhakkak şirk büyük bir zulümdür.” (Lokman, 31/13) söylediklerini duymadınız mı?” Görüleceği gibi burada kastedilen, şirkin kendisidir.
İşte İbrahim (a.s.)’in Yüce Allah’ın, “Gece onu bürüyüp örtünce…” buyruğundan itibaren “Onlar doğru yolu da bulmuşlardır” buyruğuna kadar anlatılanlar, İbrahim (a.s.)’in kavmine karşı getirdiği güçlü delilleri anlatmaktadır. Bir bakıma Yüce Allah şöyle demektedir: “İbrahim’i bu delilleri gösterme yoluna ilettik, kavmini ikna etmesi için bu konuda ona başarı ihsan ettik.” Bu, iman ve küfrün ancak Yüce Allah’ın yaratmasıyla husule geleceğini göstermektedir.
Şüphesiz ki biz kullarımızdan dilediğimiz kimseyi dünyada ilim ve hikmet bakımından başkalarının ulaşamadığı derecelere yükseltiriz. Söz konusu dereceler ise iman, ilim, hikmet, tevhid ve nübüvvet basamaklarıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İşte biz o peygamberlerden kimini kimine üstün kıldık. Onlardan kimisiyle Allah söyleşmiş, kimisini de derecelerle yükseltmiştir.” (Bakara, 2/253). Ahirette ise cennette sevap itibariyle derece derece yükseltiriz. Ayet-i kerimeden maksat da şudur: Yüce Allah Hz. İbrahim’in derecelerini -kendisine vermiş olduğunu delil getirme gücü dolayısıyla- yükseltmiştir.
Şüphesiz Rabbin sözünde, fiilinde ve işinde hikmeti sonsuz olandır, yani Hakimdir; yarattıklarının her halini bilendir, yani Alimdir. Kendilerine karşı delil ve belgeler ortaya konulmuş olsa dahi, kime hidayet vereceğini ve kimi saptıracağını bilendir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak aleyhlerine Rabbinin sözü hak olmuş bulunanlar iman etmezler. Onlara bütün ayetler gelse de acıklı azabı görecekleri ana kadar (inanmazlar)” (Yunus, 10/96-97). Allah hikmet ve ilminin gereği ile -yoksa arzu gereği ve rastgele değil- dilediğini derece derece yükseltir. Çünkü Allah’ın fiilleri boş ve batıl olmaktan münezzehtir.
Dikkat edilecek olursa Yüce Allah’ı bilip tanımak en mükemmel ve en sağlıklı şekilde ancak vahiy yoluyla mümkün olur. Peygamberlerin vahiy bilgisi ise nazarî (aklî) değil, bedihîdir, yani (apaçık bir gerçek) şeklindedir. Yüce Allah onlara gerek duydukları aklî ve naklî bütün delilleri öğretmiş bulunmaktadır. [2][49]