VEHBE ZUHAYLİ’NİN (RH.A) BAKIŞ AÇISIYLA EN’AM SURESİ 20. VE 24. AYETLER

Kitap Ehli’nin Peygamber (S.A.)’i Tanımaları, Allah’a İftira Etmeleri Ve Ahirette Müşriklerin Şirkten Uzaklaşmaları
20- Kendilerine Kitab’ı verdiğimiz kimseler onu kendi öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Nefislerini hüsrana uğratanlar ise iman etmezler.
21- Allah’a karşı yalan uydurup iftira edenler ile O’nun ayetlerini yalanlayanlardan daha zalim kim olur? Gerçek şu ki, zalimler iflah olmazlar.
22- Onları hep birden toplayacağımız gün şirk koşanlara “İddia ettiğiniz ortaklarınız nerede?” deriz.
23- Bundan sonra fitneleri “Rabbiniz olan Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık” demelerinden başka olmadı.
24- Bak, bizzat kendilerine karşı nasıl yalan söylediler. İftira ettikleri de önlerinden kaybolup gitti.
Açıklaması
Geçmişte kendilerine kitap verdiğimiz kimseler olan Yahudiler ve Hristiyanlar, Muhammed (s.a.)’in peygamber olduğunu, onun peygamberlerin sonuncusu olduğunu kendi öz çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Bu tanımalarına sebep ise ellerinde bulunan daha önceki peygamber ve rasullerden kendilerine ulaşmış haber ve bilgilerdir. Ellerindeki kitaplarda Hz. Pygamberin bütün sıfatları açıkça belirtilmiştir. Gerçekten bütün peygamberler Muhammed (s.a.)’in geleceğini, niteliklerini, sıfatlarını, beldesini, hicret edeceği yeri, ümmetinin niteliklerini belirterek müjdelemişlerdir. Bu ise Mekke halkına karşı, Kitap Ehli’nin onu bilip peygamberliğinin doğruluğunu tanıdıklarına dair bir tanık göstermedir.
Bundan dolayı onun peygamberliğini inkâr etmelerine sebep Yüce Allah’ın da buyurduğu şekilde, “Nefislerini hüsrana uğratanlar ise…” yani Muhammed (s.a.)’in peygamberliğini inkâr etmelerinin sebebi kendilerini hüsrana uğratmalarıdır. Tıpkı müşriklerin, peygamberliğine dair kesin delillerin ortaya konulmasından sonra da inkâr etmeleri gibi. Her iki kesim de aklın, bilginin gerektirdiğini ihmal ettiler. Müşriklerle Yahudi ve Hristiyanlarm ilim adamları kendi kavimleri arasındaki konumlarını korumayı, sahip oldukları şeylere ta-asupla bağlanmayı, ellerindeki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları ümmî peygamber ve rasulün peygamberliğine iman etmeye tercih ettiler. Çünkü İslam’a girselerdi, liderliklerini kaybedecekler, diğer Müslümanlarla eşit olacaklardı.
İşte bu şekilde kendilerini zarara uğratan inkarcı müşrikler ve Kitap Ehli’nden olanların bu durumlarının sebebi, önemsiz, dünyevî bir takım nasiplere bağlanmış olmaları, iradelerinin zayıflığı, önceki peygamberlerin haberlerini ihmal etmeleridir. İşte Muhammed (s.a.)’in peygamberliğine iman etmeyenler onlardır, birbirine zıt iki hususu bir arada kendilerinde bulunduranlar da onlardır. Herhangi bir delil olmaksızın Allah’a karşı yalan uydurdukları gibi, sahih ve doğru belge ve delillerle sabit olan şeyleri de yalanladılar. Çünkü bir taraftan, “Eğer Allah dilese idi biz de atalarımız da ortak koşmazdık” dersen; bir taraftan da “Bize bunu Allah emretti” diyorlar. Diğer taraftan, “Melekler Allah’ın kızlarıdır, bunlar Allah nezdinde bizim şefaatçilerimizdir” deyip ba-hireleri, şaibeleri haram kılmayı ona nispet ettiler, arkasından kalkıp Kur”an-ı Serim ve mucizeleri yalanlayıp bunlara büyü adını verdiler ve Allah’ın rasulü–e iman etmediler.
İşte bu, Muhammed (s.a.)’in peygamberliğini inkâr etmenin, kişinin bizzat kendisini zarara sokmak olduğunu göstermektedir. Daha sonra Yüce Allah, kendisine karşı yalan uydurup iftira etmenin nefse karşı zulüm olduğunu belirtmektedir: “Allah’a karşı yalan uydurup iftira edenler ile…”, yani Allah’a karşı yalan uydurarak Allah’ın kendisini peygamber olarak göndermediği hal-âc Allah tarafından peygamber gönderildiğini iddia edenden daha zalim hiç bir kimse yoktur. Aynı şekilde Allah’ın ayetlerini, belgelerini ve tartışılmaz delillerini ve bunların ifade ettikleri manaları yalanlayandan daha zalim hiç bir kimse yoktur. Allah’ın çocuğu veya ortağı olduğunu iddia edenden de daha zalim hiç kimse olamaz.
Dikkat edilecek olursa müşrikler, hem Allah’a yalan uydurup iftirada bulunmuşlar, hem tevhidi ve peygamber Muhammed (s.a.)’in peygamberliğini is-zatlayan Allah’ın ayetlerini yalanlamışlardır.
Zulmün akibeti ise felah bulmamaktır. İftira eden de yalanlayan da iflah olmaz. Onlardan herhangi birisi veya her ikisi de umduğunu elde edemez. Onların kıyamet günü amellerin karşılığının görüleceği hesap gününde zalim oldukları ortaya çıkacaktır.
Daha ileri derecede kınanmaları ve daha çok azarlanmaları için kıyamet gününde iftirada bulunan müşriklere azarlanma, başa kakma ve inkâr üslûbu ile Yüce Allah’ın buyurduğu gibi şöyle soru sorulacaktır: “Onları hep birden toplayacağımız gün… ortaklarınız nerede? deriz.”‘Yani ey Muhammed! İster puta tapıcılar olsun, ister Kitap Ehli olsun, bütün müşrikleri ve gerek kendisine gerekse başkasına zulmedenleri hep birlikte toplayacağımız ve sonra da -zulüm itibariyle insanlar arasında en ileri derecede olan- müşriklere şöyle diyeceğimiz günü hatırla: Allah’tan başka ibadet olunan ve dünyada iken velileriniz ve yardımcılarınız olduğunu iddia ettiğiniz, sizi Allah’a yaklaştıracaklarını ve Allah nezdinde size şefaatçi olacaklarını ileri sürdüğünüz putlar, O’na koştuğunuz eşler, ortaklar nerede? Hani onlar, sizinle birlikte görünmemektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O gün onları çağırıp “İddia ettiğiniz ortaklarım hani nerede?” diye soracaktır. (Kasas, 28/62); “İçinizde kendileri gerçekten ortaklar olduğunu boş yere ileri sürdüğünüz şefaatçilerinizi de sizinle birlikte görmüyoruz, onlarla aranız kesilmiştir. Zannettiğiniz şeyler ise önünüzden kaybolup gitmiştir.” (En’âm, 6/94)
Fakat bu soru karşısında şaşırıp kalacaklar, ikna edici bir cevap bulamayacaklardır. O bakımdan hemen şirk koştuklarını inkâra yelteneceklerdir: “Bundan sonra fitneleri …. biz müşriklerden olmadık demelerinden başka olmadı.” Yani şirk ya da küfürlerinin akibetleri yahut -Taberî’nin de daha doğru kabul ettiği- onların delilleri ya da bizim onları sınayacağımız vakit söyleyecekleri sözleri, ancak ve ancak geçmişte Alah’a şirk koştuklarından ötürü bir mazeret olmak üzere kıyamet gününde Allah’a yemin ederek, “biz müşrik değildik” demelerinden başka bir şey olmayacaktır. Burada Zamahşerî’nin de söz konusu ettiği şu soru sorulabilir: İşlerin gerçek mahiyetine muttali olacakları ve yalan ve inkârın fayda sağlamayacağını bildikleri vakit, yalanlamaları nasıl uygun düşebilir? Daha sonra bu soruya şöyle cevap vermektedir: İmtihan olunan, şaşkınlık ve dehşetinden dolayı aralarında bir ayırım gözetmeksizin kendisine fayda verecek şeyleri de vermeyecek şeyleri de söyler. İşte bu da ona benzer bir durumdur. Onlar cehennemde azap edilecekleri vakit şöyle diyeceklerdir: Rabbimiz, bizi buradan çıkar. Eğer (yine) şirke dönersek, şüphesiz biz zalimleriz. Onlar ebedî kalacaklarına kesin olarak inanmakla ve bu konuda hiç bir şüpheleri bulunmamakla birlikte böyle diyeceklerdir.
Fakat onların bu şekilde red ve inkârları mahşerin bazı yerlerinde söz konusu olacaktır. Bu vakit bunun kendilerine fayda vereceği vehmiyle inkârda bulunacaklardır. Başka bir konumda ise şirk koştuklarını da itiraf edeceklerdir. Yüce Allah’ın şu buyruklarında bu şöyle ifade edilmiştir: “Diyecekler ki: Rabbimiz ,işte bunlar seni bırakıp kendilerine ibadet ettiğimiz ortaklarımız…” (Nahl, 16/86); “Ve Allah’tan hiç bir söz gizleyemeyeceklerdir” (Nisa, 4/42)
İbni Abbas, kendisine bu ayet-i kerime ile Yüce Allah’ın, “Allah’tan hiç bir söz gizleyemeyeceklerdir.” buyruğu hakkında soruldu da şu cevabı verdi: “Yüce Allah’ın “Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık” buyruğu şu demektir: Onlar bu sözlerini cennete Müslümanlardan başkasının girmeyeceğini görecekleri vakit birbirlerine “Gelin bakalım, inkâra sapalım” ve “Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık.” diyecekler. Allah bu sefer onların ağızlarına mühür vuracak, arkasından el ve ayaklan konuşarak, “Allah’tan hiç bir söz gizleyemeyeceklerdir.” (Nisa, 4/42). Yani gerçekte onlar kendi gerçek durumlarını itiraf edeceklerdir. Nasıl cevap vereceklerini şaşıracakları vakit ise şirk koştuklarını inkâr edecekler. Kimi zaman yalan söyleyecek, kimi zaman doğru söyleyeceklerdir. “Ve Allah’tan hiç bir söz gizleyemeyeceklerdir. Bütün bunlar dehşet ve şaşkınlıktan dolayı olacaktır.”
İbni Abbas’ın tefsirine göre buradaki “fitne”nin tevili dünyadaki şirktir. Fakat bir muzaf takdiri ile -ki bu ‘akibet’ kelimesidir- anlamı şöyle olur: Yani şirk, sonunda arzu edilen durumun tam zıddına ulaştırmıştır ki, o da şirkten uzaklaşma ve mihnet zamanında sahibini terk edip bırakmasıdır.
Gerçeklerle yüz yüze kalmak ve insanın yalanının yüzüne vurulması ne kadar zordur! Bu ne kadar büyük bir utanç, ne kadar büyük bir rezilliktir! İşte Yüce Allah’ın buyurduğu da budur: “Bak! Bizzat kendilerine karşı nasıl yalan söylediler…” Yani onların şirki inkâr etmek ve böyle bir şeyin kendilerinden sadır olmadığına dair yalan yere yemin etmek suretiyle açık ve seçik bir şekilde yalan söylemeleri ne kadar hayret edilecek bir iştir, bir düşün!
“İftira ettikleri de önlerinden kaybolup gitti.” Hem şuna da bir bak ki iftira edip durdukları ve şirk koştukları nesneler, nasıl onları bırakıp yanlarından uzaklaşmış oldular! Öyle ki kendilerinden böyle bir şeyin sadır olmadığını reddetmekte acele edeceklerdir. Bunun bir benzeri de Yüce Allah’ın şu buyruğudur: “Sonra onlara Allah’tan başka ortak koştuklarınız nerede denilecek, onlar, “Önümüzden kaybolup gittiler” diyeceklerdir.” (Mü’min, 40/73-74) [1][9]