TABERİ (RH.A)’NİN BAKIŞ AÇISIYLA TEVBE SURESİ 116. VE 118. AYETLER

116- Şüphesiz ki göklerin ve yerin mülkü yalnız Allahındır. Dirilten ve öldüren O’dur. Sizin İçin Allahtan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.
Şüphesiz ki göklerin ve yerin mülkü ve hükümranlığı sadece Allaha aittir. Dirilten de öldüren de O’dur.O halde cihada çıkarsınız öldürüleceğinizden veya müşriklerle münasebeti kesip savaştığınızda gelirinizin kesilip fakir düşeceğinizden korkmayın. Zira yardımcınız sadece Allahtır. Ondan başkasının yardımına bel bağlamayın.
Taberi diyor ki: “Bu âyet-i kerime, müminleri, müşriklere karşı savaşmaya teşvik etmektedir. Zira bu âyet, göklerin ve yerin hükümranlığının, ancak Allaha ait olduğunu, diriltmenin ve öldürmenin, düşmanların elinde değil, ancak Allarun elinde bulunduğunu, müminlerin yardımcısının da böyle bir kudret sahibi olan Allah olduğunu bildirmektedir. Bu itibarla müminler Rum Krallarına Fars krallarına ve Habeşistan krallarına karşı savaşmaktan geri durmamalı ve çekinmemelidirler. [1][187]
117- Yemin olsun ki Allah, Peygamberin ve sıkıntılı zamanda Peygambere tâbi olan muhacirlerle cnsarın, -içlerinden bîr takımının kalbleri kaymak üzere iken- tevbelerini kabul etti. Sonra da tevbeleri sebebiyle onları affetti. Şüphesiz ki Allah, onlara karşı çok şefkatli ve merhametlidir.
Şüphesiz ki Allah, Peygamberin ve Tebük seferinde, bineklerinin, azıklarının ve sularının kıt olduğu sıkıntılı bir anda Peygambere tâbi olan muhacir ve Ensann tevbelerini kabul etmiştir. O sıkıntılı zamanda, müminlerden bir gurubun, yolculukta karşılaştıkları çile ve meşakkat sebebiyle neredeyse kalben hak’tan kayıyor ve dinlerinden şüpheye düşüyorlardı. Sonra Allah, bunların tevbelerini kabul etti. Zira Allah, müminlere karşı çok lütufkârdir ve çok merhametlidir.
Bu âyet-i kerime, Tebük seferine katılan müminleri anlatmaktadır. Tebük seferine “Zorluk seferi” adı verilmiştir. Çünkü bu sefer, bineklerin, azıkların ve suların az, sıcağın ise şiddetli olduğu bir zamanda yapılmıştı .Bu sefere katılanlar büyük bir sıkıntıya düşmüşlerdir.
Hz. Ömer bu sefer hakkında diyor ki: “Biz, Resulullah ile birlikte, sıcağın şiddetli olduğu bir sırada Tebük seferine çıktık. Bir yerde konakladık. Çok susamıştık. Neredeyse susuzluktan ölecektik. Bazıları, develerini kesip karnındaki suyu içiyor böylece ciğerini yanmaktan kurtarıyordu. Ebubekir “Ey Allanın Resulü, Allah sana, dualarının karşılığında hayır nasibediyor bizim için dua et.” dedi. Resulullah “Bunu istiyor musun” diye sordu Ebubekir de “Evet” dedi. Bunun üzerine Resulullah, ellerini kaldırıp Allaha yalvarmaya başladı. Daha ellerini indirmeden hava değişti, bulutlar geldi ve gökten yağmur dökülmeye başladı. Herkes yanında bulunan kaplan doldurdu. Etrafımıza baktık, yağmurun, ordunun üzerinden başka yere yağmadığını gördük.” [2][188]
118- Ve savaştan geri kalan o üç kişinin tcvbcsınî de, bütün genişliğine rağmen yeryüzünün, kendilerine dar geldiği, ruhlarının son derece sıkıldığı ve Allanın cezasından kurtulmak için Allahtan başka bir sığmak olmadığını anladıkları bir zamanda kabul etti. Aslında Allah onların tevbelerini, gelecekte de t e vb e etsinler diye kabul etmişti. Şüphesiz ki tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhametli olan ancak Allahtır.
Savştan geri kalan ve tevbeleri daha sonra kabul edilen bu üç kişi Kâ’b b. Mâlik, Mürare b. Rebi1 ve Hilâl b. Ümeyye’dir.
Kâ’b b. Mâlik, Akabe bey’atına katılmış, Resululahı ve İslâmı kendi canından önce koruyacağına, onu her zaman ve her yerde müdafaa edeceğine dair ahitte bulunmuş seçkin ve şair bir kişiydi. Mürare b. Rebi1 ve Hilal b. Ümeyye de Bedir savaşına katılmış, halk için örnek davranışlara sahip olan salih birer kişiydiler.
Tebük seferine gitmemek için münafıklar ve Bedeviler, bir takım uydurma sözler ileri sürmüşler bazıları da sefer sonrasında özür beyan ederek Resu-lullah’tan affedilmelerini istemişlerdir.
Fakat bu üç kişi, hiçbir Özürleri bulunmadığı halde sefere katılmamışlar, sefer sonrasında da hiçbir Özürleri olmadığı halde sefere katılmadıklarını itiraf etmişlerdir. Onların bu itirafları üzerine, Resulullah (s.a,v.) gidip, Allanın, haklarında hüküm vermesine kadar beklemelerini söylemiş bunlar da, haklarında hükmü beklemeye başlamışlardı. Resulullah onlarla konuşmayı yasaklamıştı. Bu sebeple kimse onların yüzüne bakmıyor, onlarla münasebette bulunmuyordu.
Mürare b. Rebi1 ve Hilal b. Ümeyye, yaşlı oldukları için evlerine çekilmiş kimseyle görüşmüyor, devamlı ağlıyorlardı. Kâ’b b.Mâlik ise çarşı pazar dolaşıyor fakat kimse ne selâmını alıyor ne de konuşuyordu.
Bu olay onlara çok ağır geliyordu. Bu hal üzere tam elli gün beklediler. Âyet-i kerime’nin de belirttiği gibi, yeryüzünün, bütün genişliğine rağmen onlara dar geldiği, ruhlarının son derece sıkıldığı bir anda işte bu âyet nazil oldu ve tevbelerinin Allah tarafından kabul edildiği beyan edildi.
İbn- Şihab ez-Zühri diyor.ki: “Bana, Abdurrahman b. Abdullah b. Ka’b bildirdi ki, Ka’bın görmesini kaybetmesinden sonra onu, elinden tutup gezdiren oğlu Abdullah demiştir ki: “Ka’bın, tebük gazvesinde Resulullahtan geri kaldığını şu şekilde anlattığını duydum. Ka’b b. Malik dedi ki: “Ben Tebük seferi hariç Resullahın yapmış olduğu hiçbir gazve’den geri kalmamıştım. Ben sadece Bedir savaşından geri kalmıştım. Fakat Resulullah, Bedir savaşından geri kalan hiçbirkimseye sitem etmemişti. Çünkü Resuluilah ve müslümanlar, Kureyş kabilesinin kervanına el koymak için gitmişlerdi. Allah onları, karşılaşmayı bekle-mediklleri bir anda düşmanlarıyla bir araya getirdi. Ben, Resulullah ile birlikte, müslüman olmaya dair biat ettiğimiz zaman. Akabe gecesinde bulunmuştum. Her ne kadar Bedir, insanlar arasında Akabe biatmdan daha çok anılıyor ise ben bu biatin yerine Bedirde bulunmayı daha çok arzu eden biri değilim. Benim, te-bük seferinde Resulullahtan geri kalmam ise şöyle olmuştur.Ben geri kaldığım bu seferdeki zamanımdan daha güçlü ve daha imkânlı bir an yaşamamıştım. Al-laha yemin olsun ki, ondan önce elimde iki binek hiçbir zaman bulunmamıştı. O sefer sırasında ise elimde iki binek vardı. Resulullah bu seferi, şiddetli bir sıcak-mevsimde yapmıştı. O uzun bir yolculuğa ve ıssız çöllere yönelmişti. Büyük bir düşmanla karşılaşmaya gidiyordu. Müslümanlar, savaşmak için bütün hazırlıklarını yapsınlar diye Resulullah onlara durumu iyice açıkladı. Hangi tarafa doğru sefer yapmak istediğini onlara bildirdi. Bu sefer esnasında Resulullahile beraber bulunan müslümanlann sayısı çoktu. Onların isimlerini kaydeden belli kayıt defteri yoktu. Bu sebeple ortadan kaybolmak isteyen kişi, hakkında Allah ^rafından vahiy gelmediktçe gizlenebileceğim düşünüyordu. Resulullah bu seferi meyvelerin olgunlaştığı, gölgelerin sevildiği bir zamanda yaptı. Ben de bunları severim. Resulullah ve müslümanlar, hazırlığa başladılar. Ben de onlarla birlikte hazırlanmak için eve gidiyor fakat hiçbir şey yapamadan geri dönüyordum. Ve kendi kendime diyordum ki: ”İstediğim zaman bunu yapabilirim.” Bu hal bende devam etti.. Nihayet insanlar, işi ciddiye almaya başladılar. Resulullah ve onunla birlikte müslümanlar sefere başladılar. Ben ise hiçbir hazırlık yapamamıştım. Gidip geliyor fakat hiçbirşey yapamıyordum. Bu durum bende devam etti. Nihayet onlar hızla yola koyuldular Ben seferi kaçırmıştım. Yola çıkıp onlara kavuşmak istedim. Keşke bunu yapmış olsaydım. Fakat bana bu da nasip olmadı. Artık ben Resulullahm sefere gitmesinden sonra, insanların içine gittiğimde benim durumumda olan bir kimse göremiyordum. Ancak münafıklıkla itham edilen veya acizliğinden dolayı Allah tarafından mazur görülen kişileri görebiliyordum. Bu da beni üzüyordu. Ordu Tebük’e varıncaya kadar Resulullah benden bahsetmemiş. Fakat Tebükte insanların içinde otururken “KaVdan ne haber?” diye sormuş, Seleme oğullarından bir kişi de: “Ey Allahın resulü onu iki Cübbesi ve omuzlarına bakması alıkoydu. ‘Yani zenginliği ve gururu onu alıkoydu) dedi. Bunun üzerine Muaz b. Cebel “Ne kötü bir şey söyledin! Ey Allanın Resulü, Allaha yemin olsun ki biz onda hayırdan başka bir şey görmedik” dedi. Resulullah bir şey söylemedi. O arada Resulullah, beyaz bir elbise giymiş, o elbisesiyle de âdeta serapları titreten bir adamın çıkıp geldiğini görmüş ve buyurmuştur ki: “Sen keşke Ebu Hayseme olsan!” Bir de bakmışlarki o kişi gerçekten Ebu Hayseme el-Ensari. Bu kişi bir Ölçek hurmayı tasadduk ettiği için müfakilar tarafından ayıplanan kişidir.
Ka’b. sözlerine devamla diyor ki: “Resulullahm” Tebükten dönerek Medineye yöneldiği haberi bana ulaşınca işte o zaman büyük bir sıkıntıya düştüm. Hatırıma yalan söylemek geldi. Diyordum ki “Yarın ben onun gazabından nasıl kurtulacağım? Bu hususta ailemin, görüş sahibi olanlarıyla istişare ediyordum. Resulullahın yaklaştığı haberini alınca bâtıl düşünceler benden uzaklaştı ve anladım ki, kendimi, Resulullahtan hiçbir şekilde kurtaramam. Ona doğruyu söylemeye karar verdim. Resulullah sabahleyin çınk geldi. O, bir yolculuktan döndüğünde Önce Mescide gider iki rekât namaz kılardı ve sonra insanlarla görüş-, mek için orada oturdu. Tebükten dönünce de aynı şeyi yaptığında savaştan geri kalanlar ona gelip Özür beyan etmeye başladılar. Yeminler ettiler. Bunlar seksen küsur kişi idi. Resulullah onlann düş görünüşlerine bakarak özürlerini kabul etti. Onlardan biat aldı onlar için af diledi ve gizli durumlarını ise Allaha bıraktı. Nihayet ben de gittim. Selam verdim. Resullah, kızgın bir kimsenin tebessümü gibi tebessüm etti ve Sonra “Gel” dedi. Yürüyüp yanına gittim ve önüne oturdum. Bana: “Seni geri bırakan neydi. Sen, binek satın almamış miydin?” diye sordu. Ben de dedim ki “Ey Allahın Resulü, Allaha yemin olsun ki eğer ben, senin dışında dünyadaki insanlardan herhangibir insanın yanma oturmuş olsaydım, bir Özür beyan ederek onun bana kızmasından kurtulabilirdim kanaatindeyim. Çünkü Allah bana, güzel konuşma kabileyeti vermiştir. Fakat Allah yemin olsun ki, ben çok iyi biliyorum ki, eğer sana bugün yalan söyleyip razı edecek olsam yarım, Allahın seni bana gazaplandırması yakındır. Şayet sana doğru söyleyecek olsam ondan dolayı bana kızacaksın. Ben, bu hususta Allahın, hakkımda hayır nasibetmesini ümit ediyorum. Allaha yemin olsun ki benim hiçbir özü-rüm yoktu. Allah yemin olsun ki senden geri kaldığım zamandan daha güçlü ve daha imkânlı bir anım olmamıştı.” Resulullah da buyurdu ki: “İşte bu doğru söyledi. Haydi kalk, Allah, lakkında hükmünü verinceye kadar bekle.” Ben de kalkıp gittim. Seleme oğullarından bazı kişiler kızngınlıkla gelip bana kavuştular ve dediler ki: “Vallahi bizler,-senin bundan Önce bir günah işlediğini bilmiyoruz. Savaştan geri kallanlann dilemiş oldukları özürleri beyan ederek Resulullah özür dilememkten âciz kaldın. Senin günahın için Resulullahm af dilemesi yeterliydi.” Ka’b diyor ki: “Allaha yemin olsun ki,onlar durmadan beni kınıyorlardı. Öyle ki bir ara geri dönüp Resulullaha, kendimi yalancı çıkarmak istedim. Sonra onlara dedim ki: “Benim durumuma düşen başka kimse var mı?” Onlar da dediler ki: Evet, iki kişi var. Onlar da senin söylediğin gibi sözler söylediler. Onlara da, sana söylenen şeyler söylendi. Dedim ki: “Onlar kimler?” dediler ki: “Onlar Mûrare b. Rebia el-Âmir’i ve Hilal b. Ümeyye el-Vakifidir.” Onlar bana Bedir savaşında bulunan salih iki kişiyi anlattılar. Onlar benim için Örnek kişilerdi. Bunları bana anlatınca ben devam edip yoluma gittim. Resulullah müslümanlara, savaştan geri kalanlar arasında üçümüzle konuşmalarım yasakladı. Böylece insmanlardan uzak kaldık. Onlar bize karşı değiştiler. Öyle ki, ben sanki daha Önce tanımadığım bir yerde yaşıyormuş gibi oldum. Bu halimiz, elli gün devam etti. Diğer iki arkadişım ise boyunlarını büküp evlerinde oturdular ve ağladılar. Ben onların en genci ve en metanetlileri idim. Çıkıp geziyordum. Namazlarda bulunuyor, çarşılarda dolaşıyordum. Fakat kimse benimle konuşmuyordu. Resulullah, namazdan sonra oturup sohbet ettiğinde gidip ona selam veriyordum. Kendi kendime diyordum ki “Acaba selamımı almak için dudaklarını oynattın» yoksa oynatmadı mı? Ona yakın yerde namaz kılıyor ve göz ucuyla onu takibediyordum. Namaza yöneldiğimde bana bakıyordu.Ben ona doğru yönelince de yüzünü çeviriyordu. Müslümanların bu tayn uzayınca gidip Ebu Katade’nin bahçesini duvarından tırmandım. O, benimamcamın oğlu ve en çok sevdiğim bir kişiydi. Ona selam verdim. Vallahi o selamımı almadı. Ona dedim ki: “Ey Aba Katade, Allah hakkı, için söyle bana, sen benim, Allahı ve Resulünü sevdiğimi biliyor musun?” O hiç cevap vermedi. Tekrar seslendim yine sustu. Tekrar seslendim. Bunun üzerine dedi ki: “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” Bunu duyunca gözlerim yaşla doldu. Geri döndüm. Duvarda tırmanıp çıktım. Medine’nin çarşısında yürürken, Şam halkının Nabtilerinden Medine’ye gıda maddesi getirip satan bir kimse orada şöyle diyordu: “Bana, Ka’b b. MSHki kim gösterecek?” İnsanlar beni gösterdiler. O adam gelip bana Gassan kralından birmektup verdi. Ben, okur yazar biriydim Mektubu okudum. Bir de ne göreyim onda şöyle yazıyor: “Bize ulaşan haberlere göre adamın (Peygamber) sana eziyet ediyormuş. Allah seni. zelil olacağın, haklarının zayi olacağı bir yer için ya-ratamıştır. Bize gel, yardımlaşahm.” Ka’b diyorki: “Bunu okuduğumda dedim ki: “İşte bu da belalardan başka bir bela! Götürüp o mektubu, tandıra atıp yaktım. Yasaklanan elli günden kırk gün geçip vahiy gelmeyince baktım ki, Resu-lullahın elçisi bana geldi ve dedi ki: “Resululah, hanımından uzaklaşmanı emrediyor.” Dedim ki: “Ben onu boşayayım mı yoksa ne yapayım?” Dedi ki: “Hayır boşama, ondan uzaklaş ve ona yaklaşma” Resulullah diğer iki arkadaşıma da aynı emri göndermiş. Hanımıma dedim ki: “Ailene git. Allah bu mesele hakkında hükmünü gönderinceye kadar onların yanında dur” Hilal b. Ümeyye’nin karısı Resulullaha gitti ve ona: “Ey Allahın Resulü, Hilal b. Ümeyye kendisine bakmayan bir ihtiyardır. Onun bir hizmetçisi de yoktur. Benim ona hizmet etmeme kızar mısın?” Resulullah da buyurdu ki: “Hayır. Fakat o sana yaklaşmasın.” Kadın da dedi ki: “Vallahi onda hiçbir hareket yok. Vallahi bu mesele ortaya çık-taktan sonra durmadan ağlıyor.” Kâ’b diyor ki: “Ailemden bazı kişiler dediler ki: “Sen de kann hususunda Resûiullahtan izin isteseydin. Çünkü o, Hilal lb. Umeye’nin hanımının, ona hizmet etmesine izin verdi. Ben dedim ki: “Ben karım hakkında Resululîah’tan izin istemem.Ben, genç bir adamım. Kanm hakkında Resûiullahtan izin istersem onun bana nasıl bir cevap vereceğini ne bileyim?” Bu hal üzere on gün daha devam ettim. Böylece bizimle konuşulması yasaklanan günler elliye tamamlandı. Ellinci gecenin sabahı evlerimizden bir evin üzerinde sabah namazını kıldım. Ben, Allah tealanın vasıflandırdığı bir şekilde sıkıntılı ve bütün genişliğine rağmen yeryüzü bana dar gelmiş bir halde otururken, Sel dağının üzerine çıkmış olan bir kişinin sesini işittim. O, en yüksek sesiyle şöyle diyordu: “Ey Ka’b. b. Malik, müjde!” Bunun üzerine secdeye kapandım. Artık kurtlusun geldiğini anlamıştım. Resulullah, sabah namazını kıldıktan sonra, Allanın tevbemizi kabul ettiğini ilan etmiş. İnsanlar, bizleri müjdelemek için gelmişler. İki arkadaşıma müjdeciler gitmiş. Bir kişi de atma binip bana gelmek için sürmüş. Eşlem kabilesinden bir kişi koşup dağa çıkmış ve yukarıda zikredildiği şekilde bağırmış. Ses aftan daha hızlı geldi. Bu sebeple sesini işittiğim adam gelip beni müjdeleyince sırtımda bulunan iki elbiseyi çıkarıp müjdesine karşılık ona giydirdim. Allaha yemin olsun ki, o gün benim iki elbiseden başka elbisem yoktu. Emanet iki elbise alıp onlan giydim. Resulullah ile görüşmek için çıkıp gittim. İnsanlar grup grup beni karşılıyor, tevbemin kabul edilişi sebebiyle beni tebrik ediyor ve şöyle diyorlardı: “Allahın tevbeni kabul etmesi mübarek olsun” Nihayet mescid-i Nebeviye girdim. Baktım ki, Resulullah orada otruyor. Çevresinde de insanlar var. Talha b. Ubeydulah kalkıp koşarak geldi. Benimle musafaha yaptı ve beni tebrik etti. Vallahi muhacirlerden, ondan başka kimse gelmedi. (Ka’b Talha’nın bu davranışın hiç unutmadı.) Resulullaha selam verince ki onun yüzü sevinçten dolayı parlıyordu. O şöyle buyurdu: “Annenin seni doğurduğu günden beri geçen günlerin en hayırlı bir günü sana müjdelenmiş olsun!” Ben dedim ki: “Ey Allahın Resulü, bu senin tarafından mı yoksa, Allah katından mı?” Resulullah da buyurdu ki: “Hayır benim tarafımdan değil Allah tarafından” Resulullah sevinince yüzü aydınlanırdı. Sanki o, ay’dan bir parça olurdu. Biz bunu anlardık. Resulullah Önünde oturunca dedim ki: “Ey Allahın Resulü benim, Allah ve Resulü yolunda sadaka olarak bütün malımdan feragat etmem tevbe edişimin bir bölümü idi.” Resulullah da buyurdu ki: “Malların bir kısmını elinde tut. O, senin için daha hayırlıdır.” Ben de dedim kiO O halde ben, Hayberde hakkıma düşen hisseyi tutayım.” Yine dedim ki: “Ey Allahın Resulü, Allah beni, ancak doğru söylemem sayesinde kurtardı Yaşadığım müddetçe, konuştuğumda doğrudan başkasını söylemeyeceğim. Vaadim de tevbemin bir bölümüydü. Allah yemin olsun ki, ben anlattıklarımı Resulullaha söylediğim günden bugüne kadar, Allah tealanın, doğru söylemesinden dolayı bir müslümana benim doğru söylememden dolayı bana lütfettiği iyilik kadar iyilik lütfettiğini sanmam. Allaha yemin olsun ben, Resulullaha doğru söyleyeceğimi vaadettikten bu güne kadar, kasıtlı bir şekilde yalansöylemedim. Temennim odur ki, hayatımın geri kalan kısmında da Allah beni korur.” Ka’b diyor ki: “Bu hadise üzerine Alla teala bu surenin yüz on yedi, yüz on sekiz ve yün on dokuzuncu âyetlerini indirdi. Allaha yemin olsun ki, kanaatıma göre, Allah beni İslama eriştirdikten sonra, bana, Resulullaha doğru söylememden dolayı lütufta bulunduğundan daha büyük bir lütufta bulunmadı. Ben, yalan söyleyenler gibi helak olmadım. Zira Allah, yalan söyleyenler hakkında vahiy indirerek bir insana söylediğinin en ağırını söyledi ve buyurdu ki: “Cihaddan döndüğünüzde, kendilerini bırakmanız için, Allah yemin edeceklerdir. Onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar, murdardırlar işledikleri günahların cezası olarak vanp kalacakları yer, cehennemdir.Kendilerinden razı olmanız için size yemin ederler. Siz onlardan razı olasınız da şüphesiz ki Allah, fasikiar güruhundan razı olmaz. [3][189] Ka’b diyor ki: Âyette bizim geri bırakıldığımız zikredliyor. Bundan maksat, savaştan geri bırakılmamız değil, meselemizin ne olacağının geri bırakılması, özürler beyan ederek kendiler için af dileniîenlerden geri kalmamızdır. [4][190]