sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

VEHBE ZUHAYLİ’NİN (RH.A) BAKIŞ AÇISIYLA NİSA SURESİ 104. VE 113. AYETLER

VEHBE ZUHAYLİ’NİN (RH.A) BAKIŞ AÇISIYLA NİSA SURESİ 104. VE 113. AYETLER
27.06.2025
3
A+
A-

Acıları Düşünmemek Suretiyle Savaşa Teşvik Etmek Ve İki Güzel Neticeden Birini Beklemek

 

104- O kâfir kavmi takip etmek husu­sunda gevşeklik göstermeyin. Siz (ya­ralarınızdan dolayı) acı duyuyorsanız onlar da sizin acı duyduğunuz gibi acı duyuyorlardır. Siz Allah’tan onların ummadıkları şeyleri umuyorsunuz. Al­lah herşeyi gayet iyi bilendir, sonsuz hikmet sahibidir.

 

Nüzul Sebebi

 

Bu ayetin (Nisa, 104) Uhud Savaşı hakkında nazil olduğu söylenmiştir. Bu savaşta Peygamberimiz (s.a.) müşriklerin izini takip etmek için yola çıkmıştı. Müminler içinde yaralılar da vardı. Peygamberimiz (s.a.) -Âl-i İmran suresinde geçtiği gibi- sadece bu savaşta bulunanların çıkmasını emretmişti.

Bu ayetten önceki ayetler savaş esnasında namazın nasıl kılınacağı hak­kında idi. Bu ayetler kâfirlerin son derece düşmanlık beslediklerine ve Müslü­manlara darbe vurmak için uygun bir fırsat kolladıklarına işaret etmişti. Yine bu ayetler müminlerin namaz esnasında almaları gereken tedbirlere de işaret etmişti.

Burada ise Allah Teâlâ savaşta zafiyet göstermekten nehyetmektedir. Çünkü savaşta acı duymak her iki taraf için ortak bir durum olsa da müminler şu iki güzellik sebebiyle yani zafer ya da cennet ve sevaba nail olmayı bekle­mek suretiyle Rabbi nezdindeki mükâfat sebebiyle ayrı özelliğe sahiptirler. Bu ayet müminleri gerçek hayattan alınmış ikna üslûbu ile mü’minlere canlılık vermekte ve onları savaşa teşvik etmektedir. [1][49]

 

Açıklaması

 

Düşmanlarla çarpışma hususunda zafiyet göstermeyin, gevşeklik göster­meyin. Namazı bitirdikten sonra daima onlarla çarpışmaya hazır olun. Size isabet eden yaralama acıları bahanesiyle düşmanlarla yapılacak çarpışmalara girme konusunda hiç tereddüt etmeyin. Zira acı çekme keyfiyeti savaşan her iki taraf arasında ortak bir durumdur. Çünkü onlar da sizin gibi beşer olup acı duymakta ve bu acılara tahammül etmektedirler. Siz sabretmeye ve tahammül etmeye daha lâyık iken size ne oluyor da sabretmiyorsunuz!

Gerçek şudur: Onların çarpışmalarının kabul edilmeye lâyık bir hedefleri yoktur. Zira onlar batıl üzerindedirler. Batıl ise sonunda yok olmaya mahkûm­dur. Halbuki sizler Hak üzerindesiniz. Allah size yardımı vaad ettiği halde on­lara yardım vaadinde bulunmadı. Savaşmaları sebebiyle onlara verilecek hiç­bir sevap ve semere yoktur. Allah size ceneti garanti etti.

Onların putlarda başka yardım isteyecekleri hiçbir merci yoktur. Putların ise hiçbir zararı veya faydası dokunmaz. Halbuki siz sadece Allah’a ibadet et­mekle yardım ve rahmet talep etmek hususunda O’na iltica ediyorsunuz. Gök­lerin ve yerin anahtarlarını elinde bulunduran O’dur. Zafer sadece O’nun kud­reti ve dilemesiyle gerçekleşir.

Siz Allah’tan onların hiçbir zaman ummadıkları şeyi, Hak dinin diğer din­lere galip gelmesini, bol sevap ve cennet nimetlerini umuyorsunuz.

Niyetinizi ihlâslı kılarsanız, Allah’ın dinine yardım ederseniz ve O’nun mukaddesatım müdafaa ederseniz Allah size iki güzellikten birini yani ya za­fer ya da şehitlik sebebiyle cenneti vaad etmiştir.

Ancak ümidini kaybeden, ahiretten ümit kesen kimse genellikle korkak, azmi zayıf, gayreti az bir kimse olur. Sadece emirleri yerine getirmek için ya da grupçuluk, ırkçılık ve diğer milletlere üstün gelme, lider olma arzusu için çar­pışır.

Allah herşeyi bilen sonsuz hikmet sahibidir. Halinizi gayet iyi bilir, size emrettiği ve nehyettiği hususlarda sonsuz hikmet sahibidir. Dininiz ve dünya­nızda sizin için mutlaka yararlı olan şeylerde ilmi ve hikmeti gereği sizi yü­kümlü kılar. [2][50]

Hak İle Ve Mutlak Adaletle Hükmetmek

 

105-  Gerçekten biz sana, Allah’ın gös­terdiği şekilde insanlar arasında hük­metmen için Kitab’ı hak olarak indir­dik. Sen hainlerin savunucusu olma.

106-  Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve çok merha­met edendir.

107- Kendi kendilerine hainlik edenler­den yana mücadele etme. Çünkü Allah hainlikte ileri giden aşırı günahkâr kimseyi sevmez.

108-  Onlar (yaptıkları kötülükleri) in­sanlardan gizliyorlar da Allah’tan giz­lemiyorlar!.. Oysa geceleyin Allah’ın razı olmadığı sözü planlarken Allah onlarla beraberdir. Allah onların yap­tıklarını (ilmiyle) kuşatıcıdır.

109- İşte siz dünya hayatında onları sa­vundunuz. Peki kıyamet gününde Al­lah’ın huzurunda onları kim savunacak­tır? Ya da onlara kim vekil olacaktır?

110- Kim bir kötülük işler veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan mağfiret dilerse Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulur.

111- Kim bir günah işlerse ancak kendi aleyhine zarara girmiş olur. Allah her şeyi bilen sonsuz hikmet sahibidir.

112- Kim bir hata yapar ya da günah iş­ler ve sonra bunu suçsuz birinin üzerine atarsa şüphesiz o kimse büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.

113- Eğer Allah’ın senin üzerindeki lütuf ve rahmeti olmasaydı onlardan bir grup mutlaka seni saptırmaya çalışırdı. Hal­buki onlar ancak kendilerini saptırabi-lirler. Sana hiçbir zarar veremezler. Al­lah sana kitabı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediklerini öğretmiştir. Allah’ın senin üzerindeki lütfü çok büyüktür.

 

Nüzul Sebebi

 

Tirmizî, Hakim ve İbni Cerir’in Katade b. Numan’dan rivayet ettiklerine göre “Bu ayetler Tu’me b. Ubeyrık hakkında nazil olmuştu. Tu’me ensarın Zafe-roğullan kolundan bir kimse idi. Yanında emanet olarak bulunan amcasının zır­hını çalmıştı. Bu zırhı bir un çuvalının içine saklamıştı. Un zırhhın açtığı delik­lerden dökülüyordu. Bu un çuvalını da Zeyd b. Semîn adlı bir Yahudiye vermiş­ti. Zırhı Tu’me’nin evinde aradıklarında bulamadılar. Tu’me bu zırhı almadığına ve bunun hakkında hiçbir bilgisi olmadığına dair yemin etti. Unun izini takip ettiler. Nihayet Yahudinin evine ulaşıp zırhı aldılar. Yahudi:

– Bu çuvalı bana Tu’me verdi, dedi. Yahudilerden bir grup da buna şahitlik ettiler. Fakat Tu’me bunu inkâr etti. Tu’me’nin kabilesi olan Zaferoğulları:

–  “Resulullah (s.a.)’a gidelim,” dediler ve Peygamberimiz (s.a.)’den arka­daşlarını savunmasını istediler. Peygamberimiz’e:

– “Bunu yapmazsan arkadaşımız helak olur, rezil olur. Yahudi suçsuz olur.” dediler.

Peygamberimiz (s.a.) de olayın bu şekilde olmuş olacağını umuyordu. Gönlü onlarla beraber olup Yahudinin cezalandırılması şeklinde idi. Bunun üzerine bu ayet indi.

Müfessirlerden bir grubun görüşü budur, [3][51]

Rivayet olunduğuna göre Tu’me Mekke’ye kaçıp dinden dönmüş, bir hırsız­lık esnasında üzerine duvar yıkılmış, ölmüştü. [4][52]

 

Açıklaması

 

Allah Teâlâ Rasulüne insanlar arasında hiçbir kimsenin hatırını gözetme­den, gayri müslim bile olsa hiçbir kimseye haksızlık yapmadan hak ve adaletle hükmetmeyi emretti. Rasulüne hitaben şöyle buyurdu:

Gerçekten biz sana insanlar arasında Allah’ın sana vahyettiği ve bildirdiği hükümlerle hükmetmen için varsa vahiyle hükmetmen için, açık bir vahiy yok­sa içtihatla hükmetmen için bu Kur’an’ı haberinde, talebinde ve hükmünde hakkı gerçekleştirme ve beyan etme vasıflarıyla hak olarak idirdik.

O halde insanlar arasıda Allah’ın şeriatı ile hükmet. Sen kendine hainlik eden kimseyi müdafaa ederek, O’ndan hakkı isteyeni reddederek hain kimse­nin savunucusu olma. Husumette hasmın mücadele kuvvetinden etkilenerek hakkı araştırma hususunda gevşeklik gösterme.

Burada -Usûl alimlerinin zikrettikleri gibi- bu ayetin delaletiyle ve Buharî ve Müslim’in Sa/uMerindeki Ümmü Seleme hadisinin delaletiyle Peygamberi­miz (s.a.)’in içtihatla hükmetmeye hakkı olduğuna işaret vardır.

Ümmü Seleme (r.a.) validemiz anlatıyor: Resulullah (s.a.) odasının kapı­sında bir tartışma sesi duydu. Dışarı çıktı. Onlara hitaben şöyle buyurdu:

“Dikkat edin. Ben ancak bir beşerim. Ben duyduğum şeyle hükmederim. Olabilir ki sizden biriniz hüccet getirme hususunda diğer taraftan daha kabili­yetli olabilir, ben de onun lehine hükmedebilirim. Kimin lehine bir müslümanın hakkına hükmetmişsem bu ateşten bir parçadır. İster bu ateş parçasını yüklen­sin isterse terk etsin.”

İmam Ahmed’in Ümmü Seleme (r.a.)’den yaptığı rivayete göre, ellerinde delil bulunmayan kendi aralarında zamanı geçmiş miras davasını görmek üze­re Ensar’dan iki zat Peygamberimiz (s.a.)’e geldiler. Peygamberimiz (s.a.) onla­ra şöyle buyurdu: “Siz benim huzurumda davanızı arz ediyorsunuz. Ben sadece bir beşerim. Olabilir ki sizden biriniz hüccet getirme hususunda diğer taraftan daha kabiliyetli olabilir. Ben ancak duyduğum şeyle hükmederim. Kimin lehine kardeşinin hakkından bir şeyle hükmetmişsem onu almasın. Ben bu kimseye ateşten bir parça koparmış vermişim demektir. O kimse kıyamet günü boynun­da takılı olarak bu ateş parçasını getirecektir.”

Bunun üzerine bu iki zat da ağladılar. İkisinden her biri de:

– Benim hakkım kardeşimin olsun, dedi. Peygamberimiz (s.a.):

–  “Söylediklerinize gelince, bu hakkı aranızda taksim edin. Sonra aranız­daki hak payını gözetin. Sonra da kur”a çekin. Daha sonra her biriniz arkada­şından helâllik dilesin.”

Ebu Davud’un Üsame b. Zeyd (r.a.)’den rivayet ettiği hadis-i şerifte şu zi­yade yer almaktadır: “Ben bana vahiy inmeyen konularda aranızda sadece ken­di reyimle hükmederim.”

Peygamberimiz (s.a.)’in içtihatta bulunmasını caiz gören alimlerin cumhu­ru şöyle demiştir: Bu olayın ve Bedir esirlerinden fidyenin kabul edilmesi olayının delaletiyle Peygamberimiz (s.a.)’in hata etmesi caizdir. Fakat O, hatayı onaylamaz, hatada ısrar etmez.

“Lil-hâinîn” ifadesindeki lâm sebeb bildirmek içindir. Yani seni götürmek istedikleri noktada hainlerin savunucusu olma. Hainler ise burada Tu’me ve Tu’me’nin kabilesidir.

Tu’me’nin davranışı yüzünden tam olarak tespit edemediğin suçsuzluğu ve Yahudinin cezalandırılması konusunda teşebbüs ettiğin hatadan dolayı Al­lah’tan mağfiret dile.

Bu ve benzeri konularda istiğfar etmekle emrolunması peygamberlerin masu­miyetine leke düşürmez. Çünkü O’nun bu konuda sadece arzusu olmuştu. Arzu ise günah olarak nitelendirilmez. Bilakis bu durum “iyilerin güzel amelleri Allah’a da­ha yakın kullar için günah sayılabilir” kabilindendir. O’nun istiğfar ile emrolunma­sı sadece hüküm verme hususunda kesinlikle ispat esasının vacip olduğu hususun­da O’nü ve O’nun ümmetini irşad etmek ve O’nun sevabını ziyade etmek içindir.

Peygamberimiz (s.a.) bu olay hakkında ayetler nazil olmadan hüküm ver­memiş, hak olduğuna inandığı ölçülerden başka bir şeyle amel etmemiştir. Efendimiz (s.a.) sadece Tu’me’nin kabilesini savunma hususunda hüsnü zanda bulunmuştu. Cenab-ı Hak da Rasulünün Müslümanm genellikle doğru sözlü, Yahudinin de genellikle yalan konuştuğu kanaatine aykırı olarak Rasulüne bu olayın gerçek yönünü beyan etmişti.

Sonra da Cenab-ı Hak Tu’me’nin kabilesini ve başkalarını tevbeye davet ederek: “Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” buyur­muştu. Yani Allah Teâlâ kendisinden mağfiret dileyen için çok mağfiret edici, rahmet niyaz eden için rahmeti çok geniştir.

Ya Muhammedi.. Başkalarının haklarına tecavüz etmek suretiyle kendi nefislerine hainlik edenler lehine mücadele etme.

Ayette, başkalarına karşı hainlikte bulunmak kendi nefislerine hainlikte bulunmak olarak tesmiye edilmiştir. Çünkü yaptıkları bu hainliğin zararı ken­dilerine ait olacaktır.

Şüphesiz ki Allah çok hainlik eden, günah işlemeyi alışkanlık haline geti­ren kimseye buğzeder. Emanet ve istikamet ehline ise sevap vermeyi ister.

Burada ayet, Tu’me’nin hıyanette ve günah işlemede aşırı gitmesini Al­lah’ın bildiğini mübalağa sigasıyla ifade etmiştir.

Hırsız Tu’me tek kişi olduğu halde ayette “hainler” ve “nefislerine hıyanet edenler” kelimeleriyle ifadeye yer verilmiştir. Bunun iki sebebi vardır:

Birincisi: Tu’menin kabilesi olan Zaferoğulları Tu’menin suçsuz olduğuna şahitlik ettiler ve O’na destek oldular. Dolayısıyla günahta O’na ortak oldular.

İkincisi: Bu ayette Tu’me’yi ve O’nun hıyanetiyle hainlik yapan herkesi içi­ne alması için cemi ifadesi kullanıldı. Yani “Hiçbir haini savunma ve hainden yana mücadele etme.” denmiş gibidir. [5][53]

Daha sonra Allah Teâlâ hainlerin durumlarını ve onların çirkin hasletleri­ni beyan ederek şöyle buyurdu: Bu hainlerin durumu şudur: Onlar suçu işleme durumunda ya utanarak ya da korkarak insanlardan gizleniyorlar da görünen ve görünmeyen âlemi bilen, onlarla beraber olan, onların durumunu bilen, bu­na muttali olan, onların gizli sırlarından hiçbir şey kendisine gizli kalmayan Allah’tan gizlenmiyorlar. Zira onlar Allah’ın razı olmadığı sözü planlıyorlardı. Bu tedbir, Tu’me’nin çaldığı zırhı Yahudi Zeyd’in evine atıp onu hırsızlıkla it­ham edip kendisinin suçsuz olduğuna yemin etmeyi planlamasıdır.

Allah onların amellerini kuşatmakta, yaptıklarını tespit etmektedir. Onla­rın Allah’ın azabından kurtulma ümitleri yoktur.

ZEmahşerî diyor ki: Bu ayet insanların Allah’ın huzurunda olduklarını, Allah’la aralarında hiçbir perde, hiçbir gaflet veya habersizlik olmadığını bil­melerine rağmen ne kadar hayasız ve Allah korkusu taşımayan kimseler oldu­ğunu açıkça ilân etmektedir.

Cenab-ı Hak daha sonra müminleri hainlere yardımcı olmaktan ve onlara sevgi beslemekten sakındırarak -mealen- şöyle buyurdu:

Ey hainlerden yana mücadele eden ve dünyada onları suçsuz göstermeye çalışan!.. Kıyamet gününde Allah’ın huzurunda onların amellerine ve durumla­rına tamamen vakıf olan Allah Teâlâ’nın hüküm verici olduğu zamanda onları kim savunacak? Kim onların yerine onların davalarının vekili ve onların avu­katı olacak? O halde müminlerin üzerine düşen Allah’ı murakabe etmek ve Al­lah Teâlâ’nın huzurundaki bu korkunç mahşer gününde cevap vermeye hazır­lanmaktır: “O gün hiçbir kimse kimseye bir fayda sağlayamaz. O gün emir Al­lah’ındır.” (İnfıtar, 82/19).

Diğer bir ifadeyle: Farzedelim ki siz dünyada Tu’me ve kabilesini savun­dunuz, peki ahirette Allah azabıyla yakaladığı zaman onları kim savunacak? Allah’ın azabına ve intikamına karşı kim onların vekili, koruyucu ve savunucu­su olacaktır?

Bu ayette Yahudiye karşı Tu’me’ye yardım etmek isteyenlere azarlama ve tenkit vardır. Yine bu ayetteki ifadeye göre hakiminin hükmü zahiren geçerli olur ama gerçek farklı olabilir. Yani lehinde hüküm verilen kişi için bu verilen hüküm haramı helâl kılmaz. Kendisinin hakkı olmadığını kesinlikle bildiği bir şeyi almasını caiz kılmaz.

Bundan sonra Cenab-ı Hak tevbe etmeyi teşvik ederek şöyle buyurdu: Kim başkasına kötülük yaparak çirkin bir günah işlerse yahut yalan yere ye­min gibi bir masıyetle kendi nefsine zulmederse, sonra da bu günahına karşı Allah’tan mağfiret dilerse Allah tarafından bir lütuf ve ihsan olarak O’nu gü­nahları çok çok affedici, ayıp işleyenlere karşı çok çok merhametli olarak bula­caktır.

Bu ayette Tu’me ve kabilesi tevbe ve istiğfara teşvik edilmekte ve günah­tan çıkış yolu beyan edilmekte, gerçekleri karalamak ve adalet kalesini yıkmak isteyen Hak düşmanlarına karşı uyarıda bulunulmaktadır.

Cenab-ı Hak daha sonra genel bir şekilde günah ve masiyet işlemekten sakındırarak şöyle buyurdu: Kim günahı gerektiren bir masiyet işlerse onun suçu ve yaptığı bu ameli kendi nefsine vebaldir, kendi şahsına zarardır. Bu­nun zararı başkasına geçmez. Çünkü bu fiiline karşılık cezalandırılacak olan kendisidir. Allah Teâlâ insanların yaptıklarını geniş ilmiyle bilmektedir. İn­sanlara koyduğu hükümleri aşmalarını engelleyecek esaslar koymuştur. O aynı zamanda günah işleyen kimse için koyduğu ceza ile büyük hikmet sahi­bidir.

En büyük suçlardan biri de bir insanın yanlışlıkla ve hiçbir kasdı olmaksı­zın ya da günah olduğunu bile bile bir günah iyleyip sonra suçsuz bir kimseyi bu günahla itham etmesidir. Bu davranış bühtandır, yalan yere iftirada bulun­maktır. Bu kimse iki suç işlemiş olmaktadır: Hem kendisini günahkâr kılan günahı işlemiş, hem de kendisinin iftiracı olarak adlandırılmasına sebep ola­cak olan suçsuz kimseye ithamda bulunmuştur.

Cenab-ı Hak daha sonra Peygamberini himaye ettiğini beyan ederek şöyle buyurdu: Eğer Allah’ın senin üzerindeki lütuf ve rahmeti, himaye ve ikramları olmasaydı, ayrıca onların sırlarına muttali kılmak üzere sana indirdiği vahiy olmasaydı Zaferoğulları’ndan bir grup seni Hak ile hükmetmekten ve adalet yolunu tutmaktan vazgeçirirlerdi. Halbuki onlar suçu işleyenin arkadaşları ol­duğunu gayet iyi bilmektedirler.

Yani Allah’ın sana verdiği peygamberlik, masumiyetle teyidi ve olayın ger­çeğini beyan etmek suretiyle rahmeti olmasaydı onlardan bir grup seni adaletli hüküm vermekten alıkoyabilirlerdi. Ancak onların bu teşebbüsleri başarısızlık­la sonuçlanmıştır. Zira vahiy senin için hakkı açık bir şekilde ortaya koymuş­tur.

Onlar gerçekte hak ve doğruluk yolundan sapmaları sebebiyle sadece ken­dilerini, saptırmaktadırlar. Zira günah sadece onların üzerinedir ve vebal sade­ce onlara aittir. Onlar sana hiçbir zarar veremezler. Çünkü sen durumun görü­nen şekliyle hareket ettin. Gerçeğin bunun zıddı olacağı aklına bile gelmezdi. Allah seni insanların şerrinden ve onların aralarında hüküm verirken nefsî ar­zulara tabi olmaktan ve her çeşit kötülüklerden korumaktadır.

Allah sana Kitab’ı -yani Kur’an’ı- ve Hikmeti -yani şeriatın ana esaslarını anlamayı ve sırlarını idrak etmeyi- indirmiştir. Sana kitap, şeriat ve gerçekle­rin anlaşılması hususunda daha önce bilmediğin gizli durumları, kalplerin es­rarını, din ve şeriatın emirlerini öğretmiştir.

Allah’ın senin üzerindeki lütfü gayet büyüktür. Zira seni bütün insanlara gönderdi. Seni peygamberlerin sonuncusu ve kıyamet gününde insanlar için şahit kıldı. Seni insanlardan korudu. Senin ümmetini orta yolda dengeli ve gü­venilir bir ümmet kıldı. O halde sen de buna karşı şükret. Ümmetin de bu ni­metlere şükretsin. Böylece insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet ve başka­ları için güzel bir örnek olsun. [6][54]

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.