BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
ÖLMEDEN ÖNCE GÖRENLER
Hamd, bizi yaratan, yaşatan ve sayısız nimetleriyle kuşatan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm, O’nun sevgili Peygamberi Muhammed Mustafa’ya, ailesine ve ashabına olsun.
İmam Gazâlî şöyle der: “Ahireti tanımayan kişi, ona iman ettiğini sansa da kalbi ona kördür. Kalp, ancak tanıdığına bağlanır.” Bu cümlede derin bir hakikat gizlidir. Çünkü insan sadece dil ile “inanıyorum” diyerek imanı tamamlayamaz. İmanın meyvesi, kalpte hissedilen yakınlıkla ortaya çıkar. Ahiret, dilin telaffuz ettiği bir kavram değil, kalbin yöneldiği bir hakikattir. Onu tanımadan, ona bağlanmak mümkün değildir. Kalp, bilmediğine yer vermez.
Oysa biz çoğu zaman ahireti sadece ölüm sonrası başlayan bir “ahiret hayatı” zannediyoruz. Oysa o, bugünden kalbe girer. Bugün inşa edilir. Öyle ki bazen bir gözyaşı, bir suskunluk, bir sabır anı… ahiret toprağına ekilmiş bir ölümsüzlük tohumu olur. Yeter ki kişi o ânı ahiret bilinciyle yaşasın.
Kur’an, ahireti sadece anlatmaz; gösterir. Ayetlerin dilinde sadece kelimeler değil, manzaralar vardır. Mahşer günü tasvir edilirken sanki o sahneler gözümüzün önünde belirir:
“O gün insanlar, amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük kabirlerinden çıkarlar. Kim zerre kadar hayır yapmışsa onu görür, kim de zerre kadar şer yapmışsa onu görür.”
(Zilzâl, 99/6-8)
Bu ayet bir kelimeyle kalbi titretir: “görür.” Görmek, kesinliktir. Kimsenin inkar edemeyeceği bir açıklıktır. Ve ahiretin vaadi budur: Her şey açıklanacak, gösterilecek, tartılacak. İşte bu hakikat, sadece zihne değil kalbe işlemişse insan değişir. Çünkü yakîn kalpten doğarsa, davranışları yönlendirir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış” buyururken, aslında dengeyi değil, önceliği de öğretiyordu. Çünkü dünya, bir meşguliyettir; ahiret ise bir hakikattir. Biri geçer, biri kalır. Ve insan kalbi fıtraten kalıcı olanı arar. Kalıcı olanı tanırsa, ona yönelir. Tanımazsa oyalanır.
Hz. Ali (r.a.) der ki: “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.” Bu sözün içi, ahiretle doludur. Çünkü ölüm, sadece bir son değil, bir uyanıştır. Perde kalkar, hakikat görünür. Ama keşke görmek için o kadar beklemek gerekmeseydi. İşte bu yüzden Kur’an der ki:
“Onlar ahirete yakîn ile inanırlar.”
(Bakara, 2/4)
Bu ayette geçen “yakîn” kelimesi, şüpheden uzak, kesin bir imanı ifade eder. Fakat bu kesinlik, bilgiyle değil idrakle oluşur. Bilmek yeterli değildir; tanımak gerekir. Bir şehri haritada görmekle, o şehirde yaşamak arasındaki fark gibidir bu. Ahireti tanımak, orada yaşar gibi hissetmektir.
Ahiret, sadece cennetle değil, cehennemle de tanınır. Allah Teâlâ, cehennemi anlatırken sadece korkutmaz; düşündürür, uyarır, sarsar. Der ki:
“O gün Cehennem getirilir. O gün insan, düşünüp öğüt alır. Ama bu öğüt, artık ne fayda verir!”
(Fecr, 89/23)
Düşünmek… ama vakit dolmadan önce. Kalp, kendi sonunu düşünmedikçe yönünü bulamaz. Oysa dünya, kalbi uyutmakla meşgul. Meşguliyet büyüdükçe kalp perdelenir. İmam Rabbânî’nin dediği gibi: “Dünya sevgisi, ahirete olan iştiyakı öldürür.” Kalp iki yöne aynı anda dönemez. Ya dünyaya bağlanır ya da ahirete yönelir.
İşte bu yüzden Allah dostları, her gün ölümlerini düşünürlerdi. Ama bu onları karamsar yapmazdı. Bilakis, bu düşünceyle dünyayı daha güzel yaşarlardı. Çünkü bilirlerdi ki, bu dünya sadece bir köprü. Kalıcı değil, geçici. Ve köprü üzerine saray kurulmaz.
Ashabdan biri sorar: “Ey Allah’ın Resûlü, insanların en akıllısı kimdir?” Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:
“Ölümü en çok hatırlayan ve ölümden sonrası için en iyi hazırlık yapan kişidir. İşte onlar en akıllı olanlardır.”
(İbn Mâce, Zühd, 31)
Demek ki akıl da ahireti tanımakla kemâle erer. Çünkü kişi ne için yaratıldığını ancak ahiretle anlar. Bu dünyadaki varlık amacını ancak orayla bulur.
Ahireti tanımak, Allah’ı tanımaktır aslında. Çünkü O, adildir. Ve adaletin tam tecelli ettiği yer ahirettir. Dünyada eksik kalan adalet, orada tastamam tecelli eder. Her gözyaşı, her sabır, her zulüm… hepsi kaydedilir. “Hiç kimseye zerre kadar zulmedilmez.” (Nisâ, 4/40)
İşte bu iman, insanı diri tutar. Ve bu yakîn, ölmeden önce ölü gibi yaşamayı engeller. Çünkü artık kişi bilir ki, hiçbir iyilik zayi olmaz. Ve hiçbir kötülük unutulmaz. Bu bilgiyle sabır kolaylaşır, tevekkül güçlenir, ibadet bir yük değil, vuslata hazırlık olur.
Ahireti tanımak, sadece korkmak değil; aslında umut etmektir. Çünkü Rabbin rahmeti orada sonsuzdur. En günahkâr kul bile, tevbesiyle cennete ulaşabilir. Allah Teâlâ buyurur:
“De ki: Ey kendilerine zulmetmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar.”
(Zümer, 39/53)
Ne büyük bir müjde! Yeter ki insan, yönünü o tarafa çevirsin. Ahireti tanıdıkça umut da büyür, korku da yerli yerine oturur. Ve kalp, dünya içinde yaşarken ahiretle nefes almaya başlar.
Bu yazı bir çağrıdır: Kalbinin gözünü aç. Ahireti tanımadan iman tamam olmaz. Çünkü kalp, ancak tanıdığına bağlanır. Öyleyse sen de tanı. Kur’an’la, hadisle, secdelerle… Cehennemi düşün, ama cenneti özle. Hesabı hatırla ama affa güven. Ölümü unutma ama hayatı ihmal etme. İşte o zaman iman sadece bir söz değil, bir hâl olur. Kalpten doğan bir nur olur.